19 Mart 2010 Cuma

Mustafa Köz Şiiri Üzerinden: "Gelenek" Sahipsiz Mi?




Şiirde Geleneğin Sahiplenilmesi

‘Yalnız kendi edebiyatımın değil, tanıdığım bütün edebiyatların geleneklerinden faydalanmak istiyorum. Tabii gerekirse. Bazen de kendi edebiyatımın geleneğinden bile faydalanmak istemiyorum. Her eserde mutlaka bir geleneğin geliştirilmesi gerektiğine de kani değilim. Her sanatkâr ömrünün sonuna kadar arayacaktır… Gerçeği toplumcu gözle incelemekten gayrı hiçbir değişmez, mutlak sanat kaidesi tanımayacaktır. Denenmiş birçok sanat kaidelerinin tecrübelerinden elbette ki yararlanacaktır. Elbette ki, kendi halk sanatının, dünya halkları sanatlarının, kendi ve dünya halkları klasiklerinin geleneklerinden faydalanacaktır. Ama sadece faydalanacaktır. Onları bir sıçrama tahtası olarak kullanacaktır, ayaklarına pranga yapmayacaktır.1

Tanzimat’tan günümüze kadar geçen zamanda, her edebiyat akımı bir şekilde eleştirilmiştir. Nazım Hikmet’in ‘Düşman Estetik’ olarak adlandırdığı ve ‘Putları Yıkıyoruz’ ile açığa vurduğu şiddetli ve haklı eleştiriler hâlâ güncelliğini korurken, Servet-i Fünun, Garip, İkinci Yeni üzerine yüzlerce kez yapılan tartışma ve eleştirilerin kaynakları elimizin altındayken, bu yaşanmışlıkların ışığında 1980 kuşağı için yapılan eleştirilere de bir ek yapmak gerekecektir.

Bugüne kadar kendileri için yapılan eleştirilere kulak asmamış, örgütlü ve devingen bir mücadele yerine bireyselliği seçen, şiiri ‘şiir’ yapmaktan uzak dil oyunlarına yaslanan, imgelere boğulup edebi olması gereken toplumcu bir üst ‘şiir’ dili yerine akademik söylemlerin ağır bastığı, apolitik, rasyonellikten uzak, tüm ahlâki değerleri reddeden bir imge denizine bağlanan bu kuşağın birçok temsilcisi, yine kendi yollarından devam edeceklerdir muhtemelen. Bu seçim kendi inisiyatiflerinde olduğundan, eleştirimizin çıkış noktası da burada yön bulur.

Peki, özellikle ‘80 kuşağının şairleri ‘gelenek’ten neler alabilmiştir ve ‘gelecek’ kuşaklara ne taşıyacaktır? Bu konuda önce Attila İlhan’a, sonra Mayakovski’ye söz verelim: ‘Epeycedir Türk şairlerinin önemli bir kısmı, alafrangalık olsun diye, soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Hele bu soyut şiir, anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın uydurma kelimelerle yazıldı mı, okura takılabilecek kancası olmuyor.2

‘Değişik edebiyat tartışmalarında, çeşitli sözcük atölyelerinin genç şairleriyle yaptığım konuşmalarda, eleştirmenlere verdiğim yanıtlarda eski şiir kurallarını yerden yere vurmasam da çoğu zaman kötülemek zorunda kaldım. Kendi başına hiçbir suçu olmayan eski şiire nedensiz el atmadık elbette. Onun tutkulu koruyucuları, anıtların arkasına saklanarak yeni sanattan kaçmaya çalıştıklarında çekti eski şiir öfkemizi üstüne.
Tam tersine -anıtları yerlerinden oynatarak, sarsarak altüst ederek- Yüce’nin nasıl bir şey olduğunu, hiç bilmeyen, hiç tanınmayan bir açıdan gösterdik okurlarımıza...3

Gelenek, yeni şiirin kaynağını oluşturmalıdır. Şair, devrimci bir ruh taşımasa da, dalgaya aldığı ‘Toplumcu Gerçekçi’ geleneğini görmezden gelmemeli, geleneği kaybetmeden kendi geleneğini oluşturmaya yönelmelidir. Bu da, içindeki yeniyi alıp, yeni bir söyleyişle okuyucuya sunmakla mümkündür. Nazım Hikmet’in dediği gibi: ‘bir sıçrama tahtası olarak kullanmalı, kendisine pranga yapmamalıdır’. Aksi halde, şair benliğinden uzak, ‘eski’nin kötü bir kopyası olarak çıkacaktır eser karşımıza. ‘Eski’ olarak imlediğimiz de ‘gelenek’in ta kendisidir.

Bütün bunlara uzak kalan şairler, tüm dünyanın içinde bulunduğu kaotik sürece karşı ne yapmalıdırlar? Thomas Tranströmer ufak bir ipucu veriyor bu konuda: ‘Şiir kişileri uyutmak için değil, uyandırmak için yazılır.’

Ağırlıklı olarak ’80 Kuşağı’nın içine düştüğü kimlik bunalımı ve derin buhranlar içinde yazılan dizelerin çözümlendiği ‘Şiir, Yahudilik Vesaire’4 isimli kitap bu konuya ilgi duyanlar için yararlı olacaktır. Kitabın yazarı Roni Margulies; ‘Kendini müthiş zeki zanneden yaramaz çocuklar kuşağı’ olarak adlandırdığı ’80 kuşağını şöyle tanımlamış: ‘Şairler arasında, bilinçli veya bilinçsiz şöyle bir anlayış yaygın bugün: Türkiye’de zaten şiir okunmaz. Biz yazar, biz okuruz. Yazdıklarımızı kalabalık bir okuyucu kitlesi okumayacağına göre, anlaşılmak önemli değildir.’

Estetik anlamda fuarlarda tartışılan ’80 sonrası şiirin muhalif olma özelliğini yitirmesinde ve tecimsel bir metaya dönüşmesinde suçu kolaylıkla sisteme yükleyebiliriz. Peki, önümüzde Artı Değer Teorileri’nde‘…söz gelişi, kapitalist üretim, bir takım manevi üretim dallarına, örneğin, sanata ve şiire düşmancadır’ diyen Marx5; ‘Şair, kâr elde etme ya da değişim değeri için üretim düzenine, sanatın anlam ve önemini sakatlayıcı şeyler olarak başkaldırır. Ama burjuva düşüncesi kategorileri içinde başkaldırdıkça –yani temel burjuva yanılsamasını atamadıkça- başkaldırısı, meta üretimi düzeninin gerekli kıldığı bir biçim alır.’ diyen Caudwell6; ‘…Burjuva şiiri toplumsal değişim için gerekli olan köklerle ilgisini yitirmiştir. Özü kısırlaşmış, etki alanı daralmıştır. Bir halkın, hatta bir sınıfın sesi olmaktan çıkmış, dar bir arkadaş çevresinin uğraşı olmuştur şiir. Burjuva ozanı sanatına yeni bir yön vermeyi başaramazsa çok geçmeden şiirlerini okuyabileceği kendinden başka kimse kalmayacaktır çevresinde.’ diyen George Thomson7 varken, bunları okumayan, okusa da anlamayan, anlasa da işine gelmeyen sözde bir aydın! güruhunun hiç mi suçu yoktur?

Geleneğin Geleceğe Devri ve Şiirde Enternasyonallik

‘Bir yazıcı için en büyük imtihan her lisanda aşağı yukarı aynı kuvveti muhafaza edecek kadar mahalli ve beynelmilel olmasıdır. Dahi-i azamın(Abdülhak Hamid’den bahsediyor) en kuvvetli yazsını başka bir dile çevirin nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin, bakın dâhinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor…’8

Mustafa Köz’ün ‘Ateş Bağı’9 isimli kitabı, yukarıda saydığımız olumsuzlukların ve ’80 kuşağının tam karşısında yer aldığı için defalarca okunmalı ve incelenmelidir. Mustafa Köz, bu kitabında, her büyük yazarın yapması gerektiği gibi, önce kendi toprağına basıp sıçramış, geleneğini kavradıktan sonra yönünü ve şiirlerini dünya halklarına çevirmiştir. Sıradan ve yapmacık bir çeviriş değildir bu. Her dizesinde yaşanmışlığı ve derinden bir kavrayışı barındırır. Kitaptaki tüm şiirleri birçok farklı öyküye açılır. Öyle ki, şiirlerin sonunda aşina olduğumuz dipnotlar yerine, kitabın sonunda ayrı bir ‘Sözlükçe’ yer alır. Bu sözlükçe sayesinde, kitabı tek seferde okuyup bırakamazsınız.

‘Denge’ de bahsi geçen ‘Radovişli genç partizan’ın kim olduğu ‘Sözlükçe’de çıkar karşımıza. Turgenyev, Halikarnas Balıkçısı, Refik Halid Karay, Harold Pinter, Ömer Hayyam’dan alıntılarla kurgulanmıştır bazı şiirler. Örneğin; ‘Temmuz’a Yeni Gazel’ şiirinde Adorno’nun ‘Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz’ sözüne tepkilidir ozan ve şöyle der hemen arkasından: ‘Hiroşima, Vietnam, Halepçe, Çeçenya, Cenin, ya Sivas!’

Sadece yaşadığı topraklara duyarlı olmak değildir önemli olan. Bahsettiğimiz enternasyonalizm de bunu gerektirir. 1990’ların başında’…O fotoğrafları gördüğümde, dünya tarihinin en yoğun 75 yılı apaçık gözlerimin önünden akıp geçti. Ne var ki, onları tanıştığım insanların karşısına koyduğumda, şimdi sokakta duyduğum seslerle karşılaştırdığımda, bu fotoğraflar göründükleri kadar eski olmaktan çıktılar.’10 diyen Robert D. Kaplan’a nazire yaparcasına, Mustafa Köz de, ‘Drim Nehri’nde Balkanlar’daki savaşa yöneltir okuyucunun dikkatini: ‘Sırp, Makedon, Pomak / toz, toprak, kargı / ah, savaş olacak burda da / savaş olacak burda da!

İş olsun diye yazmamıştır bunları ozan.1999’daki Sırp-Makedon savaşı sırasında gittiği Kırklareli’ndeki Göçmen Kampı’nı anlattığı ‘Aysarmaşığı’nda da belli eder bunu: ‘dönmek isterdim yurduma / bir mektup gibi yaşar insan / kendi yazar, kendi okur ölümü.’

Savaş ve zulümlerdir Köz’ün anlattığı, yaşanan ve yaşanmış savaşlar: ‘kuru üzüm ve dut pestili dolduruyordu / çocuk kefenlerine yağmur. (Buyruk)

‘…evler dağılır, karteller, üniversiteler, pazar yerleri
her yerde alışıldık bir korsan baskını
her şenlik, bir yas günü doğuda ve batıda
fenerler, hamayıllar, kınaçiçekleri,
vurulmuş üç jandarma, üç kaçak
boynuzlarında göller büyüten bir geyik
durur eski bir çarşı izni gibi tedirgin
mektuplara pul diye yapıştırılan kardeş ölüleriyle’

‘Ne Anladık’ şiirinin bir kısmı yukarıda alıntıladığım. Şöyle bitiriyor ozan şiirini: ‘ne anladık zulümden başka dünyadan’ Karamsarlık, yılgı ve körü körüne bir kabulleniş yok Mustafa Köz’ün şiirlerinde. Aksine, çok ince detaylarla ‘umut’ işlenmiş ‘Alışkanlık’ adı altında : ‘Ovada yapayalnız bir ahlat ağacının / çevresinde dönen başsız bir atın isteği / ve umarsızlığıyla bekliyor sahibinin gelip / yalağa su koymasını ya da doldurmasını / küspe teknesini taze küspeyle.

Ozan geniş bir yelpaze sunuyor okuyucusuna.’Bir Temizlik İşçisinin Günaydınlığı’ da var bu yelpazenin içinde, ‘Eski Su Sesi’nin gazeteler yoluyla gelen dizeleri de ‘Bir tutsağın kopan kolu, bir köpeğin ağzında bulundu’

Kitaba ismini veren ‘Ateş Bağı’nı Belinski’nin 5 maddeden oluşan estetik anlayışına göre11 inceleyelim:

1- Şiir, temaşa kılığına girmiş gerçektir. Şair imgelerle düşünür, gerçeği ispatlamaz ama gösterir; ‘Böğürtlen tarlasını biçiyor nisan kılıcı / çınlarken katı ulumalarla bozkır toprağı / yeni bir giysi yapmak için genç ölülerden.’
2- Şair ülküsel yaratışlarını gerçeğin içinden geçirir. Başka bir deyimle, tek başına gördüğü şeyi herkesçe görülebilecek bir hale sokar. Gerçeği güzelleştirmez; insanları olmaları gerektiği gibi değil, oldukları gibi anlatır; ‘Bir tepedirler / çiğner dağ rüzgarları şafakla / dikmiştir sancaklarını iki ordu / o sancaklar ki sıtmalı iki oğlan çocuğu / gibi çırpınır ötelerinde…’
3- Yeni şiir gerçeğin şiiridir, hayatın şiiridir. Şiir, imge haline gelmiş düşüncedir. İmgeyle belirtilen fikir somut olmayıp da aldatıcı ve eksik olduğu zaman imge bundan zarar görür ve sanatsallığını yitirir; ‘Bırakın geçsin önünüzden / bu ağırbaşlı nehirler / bulandırmayın onları yaban sözlerinizle / bırakın dinlensinler / yol uzun, gün yakıcı…’
4- Sanat eserinin en önemli şartlarından biri fikrin biçimle ve biçimin fikirle olan ahenkli uyarlığıdır;
5- Sanat eserindeki parçaların hepsi birbiriyle uyumlu bir bütün meydana getirmelidirler. Biçim birliği, düşünce birliği ve bu iki birliğin birliği olmazsa sanat da olmaz.

Şiirin tümüne yayılan etki ve bütünlük, Belinski’nin üçüncü maddesinde bahsettiği sanatsallığı oluştururken, bir anlamda son iki maddenin de tamamlayıcısı oluyor.’İyimserliği, bir karamsar için rütbe’ yapan ozan, geleneğinden geleni özümseyerek ve naif bir biçimde okuyucusuna sunmuş, bir aydın olarak görevini yapmıştır. Onu çağdaşlarından ayıran en önemli faktör de budur. Kolay yolu seçerek, kendi buhranlarını anlatan ve kelime oyunlarıyla orgazm olarak, yeni nesillere okuyacak bir şey bırakmayan, kendi kısır döngülerinde birbirlerine övgüler düzen şaircikler arasında Mustafa Köz, yozlaşan edebiyata karşı Toplumsal Gerçekçilik’e hayat öpücüğü değerinde bir eser vererek, elmas gibi parlamaktadır.

Gelecek nesillere savaş ve zulümlerden bahsetmek, yoksulluğu, işsizliği anlatmak, yani, içinde yaşadığımız gerçekleri yansıtmak hem çağımızın ayıbı, hem de ‘aydın’ ozanların halkına ve dünya halklarına karşı görev ve onurlarıdır. Geride kalan burjuva edebiyatçıları silinmeye mahkûm olurken, bizim dilimizde Brecht’den yankılar büyüyecektir: ‘Bir gün gelecek, zaman bizim olacak, bizim.’


1- Nazım Hikmet -Yazılar 1- / Adam yy.
2- Attila İlhan - Hangi Edebiyat? / Bilgi yy.
3- Mayakovski - Şiir Nasıl Yazılır? / Yaşantı Sanat Kitapları
4- Kanat yy.
5- Marx-Engels-Lenin / Ekim yy. (Çev. Aziz Çalışlar)
6- Yanılsama ve Gerçeklik / Payel yy.
7- George Thomson – Marksizm ve Şiir / Uğrak yy.
8- Nazım Hikmet (a.g.e)
9- Papirüs yy. - 2003
10- Robert D. Kaplan–Balkanlar’da Kaynayan Kazan/Yayınevi yy.
11- Jean Freville, G.V.Plehanov - Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum / May yy. (Çev. Asım Bezirci)


Sanat Cephesi / 24, Mart-2008

Hiç yorum yok: