19 Mart 2010 Cuma

Bir "Garip" Devrim Hikâyesi


Ekim Devrimi’nin 90. yılında, Melih Cevdet Anday’ın Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan ve Macaristan ziyaretlerindeki gözlem ve izlenimlerini anlattığı kitabından* bahsetmek, devrimi anlamaya çalışan halkımız için belki yol gösterici olmayacaktır ama Anday’ın kaleminden bazı gerçekleri anlamanın önemini de azaltmayacaktır. Anday, kitabında siyasi çözümlemelere girmeyi tercih etmemiş. Zaten kitabın genelinde de tüm bu izlenimleri not almak için kağıt ve kalem kullanmadığını, ülkeye dönüşünde de yakın çevresinden bu konuda eleştiriler aldığını itiraf etmiş.

Bir eleştiri de ben yapayım yeri gelmişken:

“…Bakın, siyaset adamları öyle değildir, onlar ilk kez karşılaşırlar, iki saat konuşurlar ve bir anlaşmaya varırlar; çünkü aramıyorlardır onlar, durduruyorlardır geçici bir süre için, biblolaştırıyorlardır her şeyi. Sanatçının ilk tanımı da bence, biblodan iğrenmesidir.” Kitabın önsözünde bulunan bu tespite, Lenin’in siyasi adamlığı açısından katılmak tabii ki mümkün değildir. Devrimin baş mimarı, Anday’ın bahsettiği siyaset adamlarından biri olsaydı, sanırım bugün devrimden ve çözülüşten sonra Rusya’nın nasıl bir yıkıma sürüklendiğinden konuşuyor olamazdık.

— Değerli bilgin dostum Babayef’e sormuştum Moskova’da: ‘Burada ne yasaktır?’
Savaş propagandası yapmaktan başka hiçbir şey yasak değildir, demişti.

Lenin’in Enternasyonal içindeki tutumu, izlediği politika ve cesaretini daha iyi anlamak adına Özgür Şen dostumuzun Gelenek’in 97. sayısında yazdıkları**, bu konuda şüphesi olanlar için kuşkusuz zihin açıcı olacaktır.

Balkan Yazarları Konferansı, Macar Kültür Münasebetleri Enstitüsü ve Sovyet Yazarlar Birliği’ne katılımcı olarak giden Anday’ın kitabında aktardığı bilgiler; o dönemi objektif bir gözden okumamız açısından önemlidir. Önsöz’ünü şöyle bitirir yazar: “…Kapitalist yoldan gelişme öyküsü kapanmıştır ülkemizde. Geç kaldığımız sosyalist dünya konusunda çağımızı hizalamaz, sosyalist ülkelerin gelişme ve ilerleme nitelik ve çabalarına yabancı kalırsak, bu bizim için üçüncü bir gecikme olur ve aykırılıklar doğurur. Benim kanım, Türk toplumu, yeni dünyaya katkıda bulunacak güçleri ve olanakları taşımaktadır.”

Kitaptan yapacağım diğer alıntılar da bu eksende, sosyalist ülkelerdeki genel yaşam üzerine olacak, yazarın katıldığı konferanslara ve bu konferanslardaki edebi tartışma ve söylevlere değinmeyeceğim. Yine de Angeluşef’in yeni resim hakkında söylediklerini bir kenara not etmemiz gerekecektir. “Biz soyut ya da non-figüratif denen resme karşı değiliz, ama bu türlü resimden halk anlamıyor. Ne için yapıyorlar, kendileri için mi? Biz batının büyük resmini taklit etmemeliyiz, onlar bize ancak teknikte önderlik edebilirler. Biz kendi renklerimizi, kendi biçimlerimizi ortaya çıkarmalı, kendi konularımızı bulmalı ve halkımızın beğenisine seslenmeliyiz.”

“Sovyetler Birliği’nde tarım bugün tamamiyle kolektifleştirilmiştir.” der yazar gözlemlerinde ve devam eder. “…Daha 1937 yılında kolektif işletmeler, tarım işletmelerinin %94,2’sini meydana getiriyor ve işlenen toprakların %99’unu kaplıyordu. Köylü, artık bir emekçi olmuştur... Kolhozlar, büyük kolektif çiftliklerdir. Kolhozların, Sovyetler Birliği’nin genel planına uygun olarak, ne üretecekleri, bu üretimin yıllık miktarı önceden belirlenmiştir. Yıl sonunda, önceden ilan edilen fiyatlar üzerinden ürünler devlete satılıp vergiler ödendikten sonra, kolhozun seçimle gelen yöneticileri elde edilen karı işletmenin fonu, sosyal masraflar (okullar, dispanserler, sosyal sigortalar, emeklilik aylıkları vb.) ve bireysel ücretler arasında bölüştürürler. Ücretler, işin kalitesine göre değişir. Bu gelir, kolhozcunun tek geliri değildir. Ayrıca, sahibi olduğu bir bahçe, kümes hayvanları, bir inek vb. de vardır; kolhozcu, ailesinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, bahçesinin fazla ürünlerini, meyvelerini, kümes hayvanlarını, dilerse devlete satar, dilerse doğrudan doğruya tüketicilere.” Doğrudur söyledikleri. Çünkü Sovhozlar, devlet mülkiyetinde, kolhozlar ise; devletin değil, kooperatiflerin mülkiyetindedir.

Melih Cevdet Anday, beş sosyalist ülkeyi tüm detaylarıyla anlatmasa da, beş farklı bölümde, gezdiği yerleri, konuştuğu insanları, tespitlerini aktarmaya çalışmış. Sosyalist toplumların, devrimin hemen sonrasında kat ettiği ilerici gelişmeleri kendi gözüyle yazmış.’Garip’ akımının bir üyesi olarak Anday’ın anlattıkları, sosyalizme önyargılı yaklaşan insanlar için önemli bir kaynak oluşturabilir. Örneğin; Sovhoz ve Kolhoz’ları ziyareti sırasında gördüklerini yalın bir dille anlatır Anday. Buralarda çalışan Rus işçilerinin yaşam standartları hakkında, sosyal faaliyetleri hakkında bilgiler sunar. Sadece bu açıdan bile önemlidir yazdıkları. Bunun yanında, buraya alıntı yapmadığım sosyal yaşam, sanat ve edebiyattaki devrimci değişimlere de değinir. O dönemin, ağırlıklı olarak devrimci Sovyet aydınlarıyla olan temas ve görüşmelerini aktarır. 90. yılında, yolumuzu aydınlatan Ekim Devrimi’nin ışığında, yarınlara umutla bakabilmek için, çalışmamız, pes etmememiz gerektiğini yüzümüze çarpar tüm bu gerçekler. Yazarın Özbekistan için yazdıkları da bunun bir ispatıdır aslında…

“Bugün aşağı yukarı yedi milyonluk bir ülke olan Özbekistan, devrimden önce yoksulluk, açlık içinde yaşayan, endüstrisi, okulları, tiyatroları olmayan, elektriksiz, susuz bir yerdi; ilkel usullerle yetiştirdiği pamuğu, Çarlık yönetimi yok pahasına alıyordu elinden. Taşkent’te birkaç medrese vardı sadece, halk softaların baskısı altındaydı… Okur-yazar takımı, nüfusun yüzde üçünü geçmezdi… Kalkınma 1917’den sonra başlıyor… Devrim hükümeti, önce bir Orta Asya Cumhuriyet’i kuruyor; bu Cumhuriyet’e Tacik, Türkmen, Kırgız, Kazak ve Özbek halkları alınıyor. Derebeyleri elindeki topraklar köylülere dağıtılıyor ve okullar, hastaneler, tiyatrolar, kitaplıklar yapılmaya başlanıyor. Susuz topraklar, yeni açılan kanallarla sulanıyor. Endüstri kuruluyor.1924’de, ötekiler gibi bağımsız bir Cumhuriyet olan Özbekistan endüstride öylesine hızlı ilerliyor ki, bugün bir takım endüstri dalarlında bütün Sovyetler Birliği’nde birinci duruma geliyor.”

Yazıyı bitirmeden önce, Melih Cevdet’in Lenin için düşüncelerini de aktaralım: “Lenin, gösterişten, lüksten kaçan bir adammış, giderek utangaçmış bile. Yalnız, diyorlar, işçilerin karşısında konuşurken açılırdı… Lenin, bu köşke işçileri davet eder, günlerce alıkoyar, onlarla, bahçede dolaşır, konuşurmuş… Tarihin akışını değiştirmiş büyük bir adamın, son aylarını geçirdiği, çalıştığı, düşündüğü, dolaştığı, son soluğunu verdiği bu ev, bu bahçe, bu odalar gezilirken, geçmişle geleceği birbirine bağladığı birdenbire ve olağanüstü bir hızla düşünülüveren ve yaşanılan anı bu bağ içindeki yerine oturtan derin bir zaman duygusu içinde, insan gücünün yüceliğine karşı beslenen saygı, büyüleyici bir nitelikle bilincini dolduruyor kişinin.” Anday’ın Lenin için kişisel düşünceleri çok net anlaşılamıyor karışık cümle yapısından dolayı.Yazı içindeki diğer alıntılar gibi, bunda da kitaptaki ifadelere, yazıldığı şekilde sadık kalmak zorundayız. Objektif olmaya çalışmış Melih Cevdet’in bilinci dolmuş mudur bilemeyiz ama Lenin’in siyaset adamlığının, önsözünde yazdıklarıyla sınırlı kalmadığı da aşikârdır.

*Gerçek Yayınevi – 1965
** Özgür Şen – Ekim Devrimi ve Enternasyonalizm

Sanat Cephesi / 21, Aralık-2007

Hiç yorum yok: