18 Mart 2010 Perşembe

Ahmaklığın Devrik Hâli


Köşenin adına uygun bir ‘eleştiri’ yazısı olacağını ve tanıtacağım romanın, ‘okunmaması gerekenler’ arasına girmesi gerektiğini belirterek yazıma başlamak istiyorum. Bu köşeyi referans alarak, okunacak ve nefes aldıracak kitap arayışında olan dostlarımıza yazının başında bilgi vermek ve benim gibi, adına ve arka kapak yazısına tav olmalarını, hayal kırıklığına uğramalarını engellemek, kendi kaybettiğim zamanı biraz olsun telafi eder belki…

Kabul etmek gerekir ki, ‘Ahmaklığın Devrik Hali’ pazarlama stratejisi bakımından iddialı ve ilgi çeken bir kitap ismi. Yazarı: David Foenkinos. Polisiye roman kurdu okuyucuların takip ettiği ve diğer kitaplarının da çevrilmesini merakla beklediği Raymond Chandler çevirileriyle iyi bir iş çıkaran ‘+1 Kitap’ ne yazık ki bu sefer iyi bir seçim yapamamış.

"Conrad, umutsuz bir âşık, berbat hediyeler seçen bir sevgili ve Milan Kundera'nın yeğeni olduğunu iddia edecek kadar hayalperest biri... O, avuçlarından kayıp giden hayata tekrar tutunmanın yollarını arayan umutsuz bir vaka. Kütüphanenizde Yusuf Atılgan'ın Aylak Adamı'yla, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı, Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı ve Paul Auster'in Ay Saray'ı romanları hâlâ yan yana durmuyorsa, bunu bir düşünün. Size bu dört önemli eserin yanına beşincisini öneriyoruz; Ahmaklığın Devrik Hali. Ahmaklığın Devrik Hali az bulunan bir akıcılıkta ve duygusal dramla gerçeküstü soytarılık arasında bir roman."
 
Ne kadar da merak uyandırıcı ve dikkatli bir okuyucuyu bile cezbedecek isimlerle donatılmış bir arka kapak yazısı değil mi? Değil, çünkü yanlış ve yanıltıcı. Yanlış olduğunu da kitabı okumaya başladıktan sonra anlıyorsunuz. Çünkü bahsi geçen Conrad, Conrad değil ‘Victor’… Yani ‘umutsuz bir âşık, berbat hediyeler seçen bir sevgili’. Hem de sevgilisine doğum gününde zeytinyağlı sardalye alacak kadar! Peki, Conrad mı kim? Açıklamaya çalışayım ve bu vesileyle kitabın konusuna da giriş yapalım.
 
Conrad, Prag’da yaşayan ve tüm yaşıtları gibi kendisini Milan Kundera’nın yeğeni sanan saf bir çocuk. -Ben de Kundera’yı yıllarca ‘devrimci’ sanmıştım- Conrad, büyümeye başlayınca, dayısı gibi ülkesini terk edip Paris’e gitmeye karar veriyor. Bir mağazada tezgâhtarlık yaparken, ‘Conrad’ isimli bir at sayesinde köşeyi dönen Victor ile tanışıyor. Victor, çocuğun isminin de Conrad olmasından, insanları etkileme yeteneğinden ve ‘zeytinyağlı sardalye’ aldığı için kendisini terk eden –fakat aynı evde yaşamaya da devam eden- sevgilisine; küçük bir çocuğa karşı ilgi göstererek, babalığa nasıl da hazır olacağına dair ipuçları vermenin hayaliyle Conrad’ın kendi evine yerleşmesini sağlıyor. Eski kız arkadaşına karşı Conrad’ı kıskanması, çocuğun ev içindeki varlığını bir saplantı olarak yaşaması, herkesten sakınması ve bunu yaparken de ‘ahmakça’ düşünceleri kitabın sonuna kadar gidiyor: ‘Conrad da, nükteyi kuvvetlendirmek ve beni artık sevmeyen bir kadının aşağılık tutumunu değiştirmek için, kapalı ortama atılmış bir kobaydı’(s.52).

Sayfalar arasında ilerlerken, Victor’un, kitabın arkasında ismi geçen romanların ve kahramanlarının yanından bile geçemediğini, abartılarak okuyucuya sunulan hikâyedeki tespitlerin de sosyal bir zemine ve gerçekliğe oturmadığını tekrarlamak gerekiyor.
 
Oysa Aylak Adam’daki C.’nin yaşadığı yabancılaşmayı ve Güler’in gözlerini görmek için verdiği çabayı hatırlayalım. Bireyin büyük şehirdeki yalnızlığı nasıl da usta bir üslûp ile anlatılmıştı: "... Ben çoğu geceler içiyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından..."
 
‘Yeraltından Notlar’da ise, kaybeden bir aydının itiraflarını okumak ve bu itiraflarla, ya da subay Nevskiy’e duyulan öfkeyle dönemin aydınları ve hâkim sınıfını yorumlamak mümkündür. Çünkü Dostoyevski, bir roman kahramanında olmaması gereken tüm özellikleri anlatıcıda toplar ve okuyucu için bir anti-kahraman yaratır: “Değerli okurlarım, belki de benim kendimi akıllı ve zeki sanmamın tek sebebi hayatım boyunca başladığım bir işi bitirmemiş olmamdır… Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de hastalıklı bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizde emek verenlerin içinde yalnız ben aydın olduğum için, kendini ürkek, köle ruhlu duyumsayan tek kişi de bendim. Yalnız duyumsamak olsa yine iyi, ben gerçekten köle ruhlunun, korkağın alçağın biriyim. Çağımızda aklı başında olan her insan korkaktır, köle ruhludur ve ne yazık ki böyle olmak zorundadır.”
 
Keza ‘Yeraltından Notlar’da geçen; “Değerli okurlarım, şu an siz dinlenmek isteseniz de istemeseniz de ben sizlere bir şey bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğim ve ciddiliğimle söyleyeyim, böcek olmayı bile şiddetle istedim. Ama ne yazık ki buna bile ulaşamadım.” söyleminin Kafka’nın Gregor Samsa’sına esin kaynağı olduğunu da es geçmeyelim. 

‘Tutunamayanlar’ ve ‘Ay Sarayı’ ile devam edip, yazıyı uzatmak niyetinde değilim. Tüm bu detaya, Foenkinos’un romanının neden arka kapakta bahsi geçen 5. kitap olamayacağını anlatabilmek için girmek zorundaydım. Gereksiz bilgilendirme için okuyuculardan özür diliyorum. 

Kaybeden, kaybolan, tutunamayan, yalnızlaşan, bohemleşen insanların yaşamlarını okumak, sosyalist bir okuyucuya ancak ders çıkartmak ve bu durumu tersine dönüştürebilmek adına çok çalışması gerektiğini hatırlatmak için yararlı olabilir. At yarışından zengin olmuş ve sevgilisine zeytinyağlı sardalye aldığı için terk edilen birinin hayatını ‘kaybeden’ olarak okumak da, okutmak da gerekli midir? 

Şarkılar söylemişim pencereden/ Uyanıp uyanıp yine dalmışım/ Biletim üçüncü mevki/ Fakirlik hâli/ Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş/ Sana Sapanca'dan bir sepet elma almışım.’ Turgut Uyar’ı kaybetmeye, kaybolmaya, tutunamamaya, yalnızlığa ve bohemliğe meraklı tüm insanlara bir ‘uyarı’ olarak önermek ve bir sepet elmanın pekâlâ sardalyenin yerini tutması gerektiğini hatırlatmak da bu yazıyı yazan kişinin görevidir. 

Peki, bu romanı okumanın hiç mi iyi tarafı yoktu? Vardı tabii ki. Arka kapak yazısı sayesinde, kütüphanemi karıştırıp tekrar Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Dostoyevski’yle göz göze geldim…

25.02.2009 / www.sol.org.tr

Hiç yorum yok: