18 Mart 2010 Perşembe

Karanlık Çökerken Neredeydiniz?



Yazacaklarım, Mario Levi’nin kitaplarıyla daha önce tanışma fırsatı bulan dikkatli okuyuculara tanıdık gelebilir. 586 sayfalık bir romana ve Mario Levi’ye başlama eğilimindeki dostlarımıza ise Levi’nin romancılığı üzerine birkaç kelâm etmek, bu son romanından sonra elzem hale gelmiştir.

Genelde uzun ve Türkçe’yi oldukça zorlayan cümleler kurmaktan hoşlanan yazar, son romanı ‘Karanlık Çökerken Neredeydiniz’de de bu alışkanlığını devam ettiriyor. Bu da yetmezmiş gibi, ‘ama, çünkü, galiba, artık, işte, yine de’ ile biten yüzlerce cümleyi okuyucunun beynine kazıyor. Bunu iyi anlamda söylemiyorum elbette. Kitaba geçmeden önce, bu meşhur! uzun cümlelerden iki örnek vermek istiyorum: “Bir taraftan Mısır Çarşısı’nın baharat kokan tezgahlarına, bir başka tarafından da birçok biten zamana, isyana, umuda ve ölüme tanıklık etmiş, şehrimin kurulduğu tepelerden birine çıkan yokuşa, bir başka tarafından da Yeni Camii’nin bana nedense hep çok hüzünlü görünen güvercinlerine giden yolların kesiştiği sokakların birine sıkışmış o küçük dükkan da, bu uzun tarihin içinde, kendi tarihini böyle sessiz sedasız yazmıştı”(s.45) 

Bu da ikincisi (söz veriyorum, başka uzun cümle örneği yazmayacağım): “Babam o cuma akşamı o saati kolumda gördüğünde, kuzenine dönerek, eve, havrada ertesi gün, tören esnasında okumam gereken duaları iyi öğrenip öğrenmediğimi görmek için gelen dedemle, ona, kızının giyeceği kıyafetleri, en ince ayrıntısına kadar inceleyip, en küçük bir aksamaya bile meydan vermeme maksadıyla eşlik eden anneannemin önünde, ‘bu kadar para harcaman mı lazımdı…’ diyerek, şaka yollu, tatlı sert bir çıkış yapmış, bu haliyle de yine sinirime dokunmuştu”(s.177) 

Breh…breh…breh… Roman dili bu olsa gerek. Hem de bir akademisyenden, temiz…
Gelelim romanı tanıtmaya. Mario Levi, 586 sayfa boyunca ‘78 kuşağını’ anlatıyor. Tabii, bizim okuyucu olarak alışageldiğimiz! taraflarıyla. Yani, kuşak temsilcilerinin yılgınlığını, pişmanlığını, yenilgiyi kabullenişleri ve uğruna savaştıkları şeyin modası geçmiş bir alışkanlıktan öteye geçememesini anlatıyor. Tümden hakkını da yemeyelim. Bunun tersini savunan kişiler ve diyaloglar da var romanın içinde. Öncelikle, seçilen hikâyenin, kendi içinde naif taraflarının olduğunu görmezden gelemeyiz. 

Hikâye, babasından kalan bakkal dükkânını işleten İzak’ın; aynı okulda okuduğu ve hepsinin bir şekilde ucundan köşesinden solculuğa bulaştığı çocukluk arkadaşlarını bulmak istemesiyle başlıyor (Buna başlamak istemesinin nedenlerini, okuyacak dostlarımızın merakına bırakayım). Aradan geçen uzun yıllardan sonra, bu altı arkadaşın arkalarında bıraktıkları yaşamlara, çektikleri acılara, çocukluklarının geçtiği eski İstanbul alışkanlıklarına tanık oluyoruz. Tabii, İzak’la beraber toplamda altı kişi olan ‘Artistler Takımı’ vakti zamanında kendi aralarında geçen aşk hikâyeleriyle de yüzleşmek zorunda kalıyorlar. 

Altı ana karakterin dışında, yardımcı karakterler de mevcut elbette. Üstelik neredeyse hepsi, birbirinin kopyası. Bu ‘bir örnek’lik tabii ki yazarımızın muhteşem Türkçe’si sayesinde oluşmuş. Birazdan değineceğim. Ancak, hiçbir karakterin romana oturmamış olduğunu yazarsam, acaba çok mu haksızlık etmiş olurum? Sanırım, böyle yazmama sebep olan da yazarın kendisi. 

Anlatıcı konumundaki İzak’ın ve onun gözünden diğer roman karakterlerinin tahlili çok eğreti durmuş romanda. Bunun sebebini de, tüm karakterlerin kendilerine has bir dili olmaması olarak gösterebilirim. ‘Bir örnek’lik durumunu biraz daha netleştirmek gerekiyor. Ana karakterlerin bazı diyaloglarını buraya aktararak yapacağım. İzak ile başlıyorum:
“Keder bazen bir çeşit sakinleştiriciydi ya”(s.18)
“Hayatın bu dönemini hatırlamak bile istemiyorum ama”(s.19)
“Havra sözünü uzun yıllar kullanamayışımın nedeni bu deneyimde saklanmıştı işte”(s.28)
Çela: “Bunu hep yapıyor. Böyle yaşayıp gidiyoruz işte”(s.208)
Necmi: “Rehberlik yapıyorum işte… Halen de kazanıyorum ama”(s.90)
“Gülümsememin bir başka nedeni de vardı ama”(s.95)
Yorgo: “Bazıları da böyle heba oluyordu işte”(s.251)
“O yıllar da böyle geldi geçti işte” (s.253)
“Tek başınaydım işte(…) Aramızdaki ilişki böyle bir ilişkiydi işte” (s.254)
“Sürüklendik gittik, ama böyle bir yere geldik işte” (s.256)
Şeli: “Bir delilik yapmış, yüzüme gözüme bulaştırmıştım işte” (s.292)
“Orada burada takılıp duruyordum işte” (s.294)
David’le o gün tanıştım işte(…) Orada edindiğim İstanbullu bir arkadaşımın doğum günü partisinde(…) Tesadüf işte…” (s.299)
Susmaktan başka bir çarem yoktu ama” (s.304)
Niso: “Ne dersen de, sonuçta geliyorum işte” (s.345)
“Biz kendimizi o hikâyelerle büyütmüş, kendimize ve başkalarına anlatmış, anlatmaya çalışmıştık ya” (s.375)
“İnançlarımdan ayrılmadım ama” (s.379) 

Kelime ve cümle tekrarları, farklı insanlar ama aynı tornadan, ağızdan çıkmış laflar. Tabii Mario Levi’nin ağzından… Bu yüzden de yazılanlar bir roman olmaktan ziyade, bir sohbet programındaki sunucu-konuk konuşmalarından öteye geçemiyor maalesef. Zaten diyalogların arasına giren paragraflar da bir röportajın yansıması gibi.

Yukarıdaki diyalogları alalım ve yerlerini değiştirelim, kimin neyi söylediği fark etmez. Çünkü romandaki kahramanların hikâye içinde bir kişilikleri yok. Hepsi, isimleri farklı olsa da Mario Levi’nin tezahüründen ibaret. Sadece Necmi, diğerlerine göre biraz daha baskın ve üzerinde düşünülmesi gereken bir tipleme. Bir de, oğlunun İzak’a verdiği ders kayda değer… 

06.05.2009 / www.sol.org.tr

1 yorum:

Alper Öcal dedi ki...

Basit cümleler, akıcı roman isteyen Ayşe Kulin, Maeve Binchy okusun birader.

Mario Levi'ye şahsen teşekkürü borç bilirim. Lisedeyken aynı anda birden fazla işe hakim olabilme yeteneğimi sayesinde geliştirmiştim.

Kitabındaki herhangi bir paragraf, ortalama bir ÖSS Türkçe sorusundan 3 misli uzun olabildiğinden bir taraftan oyun oynayıp, öte yandan parabol denklemi çözebiliyordum.

Bugün üniversite mezunu ve meslek sahibiysem o parabol denklemleri kitaplarından daha zevkli geldiği içindir.

Kitaplarını dijital ortama aktarmayı düşünürse 'fast forward' hizmeti benden.

Cümle sonunda bağlaç kullanmak da karizmatiktir ama...