18 Mart 2010 Perşembe

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi


Bir sosyalist; bu ülkede geçen, 490 sayfalık, tarihsel isim ve ‘ünlü’ler hariç 306 karakterin yer aldığı bir romandan ne bekler? Hemen cevabını vereyim: Gümrah bir nehir gibi akan ve coşkulu Türkçe, bu ülkenin tarihine kazınmış olaylara objektif bir bakış ve detaycılık, her sayfada kendini çoğaltan bir araştırma ve derine inme isteği, belki ‘Raskolnikov’ ya da ‘Murtaza’ gibi yaratılmış bir roman kahramanı… 

Peki, Yalçın Küçük tabiriyle bir ‘Eylülist’; romanında ne yazmak, nasıl satmak ister?

Buna da bir cevap verip, işin eleştiri kısmına geçeyim: Üzerinde Osmanlı Paşa’sından tesettürlü bir kadına, kekten siyah beyaz fotoğraflara uzanan, böylece her kesime hitap ettiğini imleyen renkli ve dikkat çeken bir kapak, gizemli bir arka kapak yazısı, uyduruk ve postmodern bir dil… 

Merkeze ikinci paragraf alınınca, gerisi kendiliğinden geliyor sanrım. Araya biraz da –yüzeysel- solculuk serpiştirince, ‘Romanda tip mi, kurgu mu?’, ‘Toplumsal mı, kentsoylu mu?’ tartışmalarını bir kenara koymak ziyadesiyle kolaylaşıyor. 

Bu uzun ve gereksiz girişten sonra sadede gelip, ‘dev’ gibi bir romanı anlatmaya başlayabilirim. Tabii önce iyi yanlarını… 

Ayfer Tunç, kitabının bir kısmını basımından önce e-kitap olarak internette yayınladı. Bunun bir satış stratejisi olma ihtimalini görmezden geliyorum. Bu tutum, o kadar sayfayı bilgisayar ekranından okuyan insanlara kitabın gerisini okuyup okumama konusunda fikir verir. Okuyucu için iyi bir avantaj. Romanın kurgusu için de yazarın hakkını yememek lazım. Gayet tutarlı ve başarılı, üzerinde çok çalışıldığını belli ediyor. Bir de, faşistlerin bastığı sergide parti ismi veriyor.(s.244) Ne güzel, solcu bir yazarla karşı karşıyayız! 

Karadeniz’deki bir Ruh Sağlığı Hastanesi’ni başlangıç noktası seçen Ayfer Tunç; hastanede yatan hastaların, hastane personelinin, başhekimin ve hikâyenin geçtiği ilçe sakinlerinin hayatlarını, bu farklı ve birbirinden bağımsız hayatların –moda tabirle- birbirine teğet geçen kısımlarını, zaman zaman 19. yüzyıla uzanan tarihsel figürler eşliğinde sunuyor okuyucuya. Arada da, ‘6–7 Eylül olayları’, ‘Varlık Vergisi’, ‘12 Eylül dönemi’ ne şöyle ucundan bir dokunuyor, ama suya sabuna değmeden. Romanın birinci sayfasından sonuna kadar bir ‘es’ olmaması, yazarın, hikâye içinde bölüm, paragraf boşluğu belirterek bir soluk almaması; sarhoş masasında daldan dala yapılan sohbetler gibi uzayıp gitmesine sebep oluyor. Zaten çok fazla ismin geçtiği romanda bir de farklı hikâyelerin iç içe geçmesi okuyucuyu için bir dezavantaj. Kişiler ve olaylar arasındaki geçişlerde Ayfer Tunç, çok şey anlatabilme derdine düşüp hata yapıyor. 

Olaylara ‘teğet’ geçiyor deyip de örneklendirmemek olmaz: ‘Tarihte bir şeyler olmuş, bir şeyler aniden gümbürdemiş, tarih sanki yarılmış, soğuk savaş çağında dünyanın bir yakasında gurur ve iftiharla taşınmış olması muhtemel bu madalya, komşu ülkenin bir şehrinde, bir tabak mıhlama ve bir tava hamsiden daha ucuz hale gelmişti.’(s.109) 

Postmodern üsluptan dolayı ‘hafifleyen’ başka bir örnekle devam etmekte fayda var: ‘Batik elbiseler, Bodrum sandaletleri ve çam mobilyanın yanı sıra; Türkiye’nin, yıllarca kendine yetmesi, tutumlu olması gerektiği öğretilmiş insanlarına; -Excuse me, yanlış biliyormuşuz meğer- deme çağıydı.’(s.109)
‘Tarihin kendini ve diğer paşa arkadaşlarını yargılamak bir yana, baş tacı edeceğinden kuşku duyamayan Kenan Evren yanılmamış; resmi tarih ve onun her türlü yan ürününü üretenler darbeci paşayı ve arkadaşlarını yargılamadıkları gibi… Bir tür kimlik bölünmesine uğrayıp Pinochet ile Picasso arasında gidip gelen Kenan Evren’in Picasso’yu bile aştığını ilan ettiği gün…(s.235–236)
‘O yıl işsiz sayısı üç milyonu geçmiş, son üç yılın fiyat artışları yüzde 250’yi bulmuş, kişi başına düşen milli gelir 1149 dolara gerilemişti. Ereğli’de bir maden ocağında grizu patlaması nedeniyle 102 işçi, Gebze’de içtikleri şehir suyundan zehirlenen 40 çocuktan dördü öldü. Diyarbakır’da kendi kendine çöken yedi katlı bir apartmanın enkazından 83 kişinin cesedi çıkarıldı. İstanbul’da kâğıt yokluğu nedeniyle kitap basımı durduruldu.’(s.251) 

490 sayfadan elimizde kalan argümanlar bunlar. Belki de ben çok insafsızım. Öyle ya, ‘es’ vermeden, soluksuz bir romanla karşılaşınca, illa, Peter Weiss’ın ‘Direnmenin Estetiği’ çıkacak değil ya karşıma! Bir de tutturdum ‘postmodern dil’ diye… Onu da örneklendireyim de, okuyan dostlarımız ne kadar sekter olduğumu görsün: ‘Sweetheart Emil koltuğunun altında Yalın Tağmaç’ın bir yapıtıyla kapıyı çaldığında, bronz dekoltesini haddinden fazla ortaya çıkaran gülkurusu ipek bir bluz giymiş olan Veda Hanım(… )Sevgilisi olduğuna kendini inandırmaya çalıştığı fuck buddy’sini bekliyordu.’(s.345)
‘Abin şimdi gelir, hadi otur da aystiini iç’(s.451)
‘Ülkü Bey de –Neee?????Sprmissssss!!!!!- gibi, olabildiğince az ssli hrf kullanarak, son harflere aralıksız basarak ve de yığınla ünlem, soru işareti, gülen surat vesaire ekleyerek tam chat diline uygun bir şekilde karşılamıştı.’(s.442) 

Yetmez, diyen dostlarımıza yine çokça geçen kelimelerden bazılarını da aktarayım: ‘chat, facebook, google, flört etmek, kütür kütür sevişmek, kitsch, düzüşmek, yerel bir yarışmaya SMS göndermek, youtube…’ Şu 2003 model ’Word’ yazılımı bile iflas etmiş durumda. Altı kırmızı ve yeşil çizilmiş kelimeler handiyse gözümü alıyor… 

Seçilen bu dil tabii ki bilinçli tercihidir yazarın. Benim de itirazım buna. Neden kolay yolu seçtiniz Ayfer Hanım? Esprili anlatım tercihinizin, konu ettiğiniz trajik hayatlarla çeliştiğini fark etmediniz mi? Peki ya seçtiğiniz karakterler? Korsan dvd satan, esrarkeş, hırsız, karısını / kocasını aldatan çiftler, homoseksüeller, intihar edenler… Bu karakterleri yerleştirirken ya da hastanede yatan kişilerin akli dengelerinin bozulmasına yol açan toplumsal çürümeleri, neden görmezden geldiniz? 

Hastanenin işlerini yapan marangoz Sipahi: Esrarkeş… Ruhi: Malmö’lü bir turisti hamile bırakıyor… Tahir: Sigara fabrikasının esrarkeş bekçisi… Erkem Ceviz: Başhemşire’nin sapık kocası… Başhemşire: Kocasını öldürüyor… Gülnazmiye: Şizofren bir hastaya âşık olduğu için çalıştığı hastaneyi ateşe verip, insanların ölümüne sebep oluyor… Zeynep İkbal: Kumarbaz… Madde bağımlıları bölümünden ‘ot’ elde edip, yaptığı keklere koyan bir karakter de neyin nesi Sayın Tunç? Ya başkaları? Selcen: Lakabı ‘Verecen Selcen’…’Esat-ama-vasat’…İki jinekolog var adı geçen: biri çok yakışıklı, diğeri tesettürlü… En gerçekçi tip ise: Cumali. Ek iş olarak taksicilik yapan hastane hademesi… 

Sonuç olarak; 490 sayfalık bir romandan, bir sosyalist olarak umduğumu bulmadım, bulamadım. Birçok kişinin çok hoşuna gideceğini ve kitabın iyi satacağını söylemek için de kâhin olmaya gerek yok. Ama bir Cem Yılmaz gösterisi izler gibi, komiklik yanılsaması yaşattı bu roman bana. Gösteri bitti ve benim aklımda hiçbir şey kalmadı. 

06.03.2009 /www.sol.org.tr

Hiç yorum yok: