12 Nisan 2010 Pazartesi

Cevabını Göle Bırakan


                                                                                      

'Sular yükseldikçe balıklar karıncaları yer
 sular çekildikçe de karıncalar balıkları yer...
 kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir.' 

                                      Afrika Atasözü

   

- I -  

Şavkı yitince bir geyik
boynuzunda batar güneş.

6 Nisan 2010 Salı

Sual Şiirleri


            -I-

Serçeleri babasının kızılcık sopasıyla korkutup dala kondurmayan çocuk
kimin için ve ne için hükmeder pırpır bir yüreğe?

31 Mart 2010 Çarşamba

Demirtaş Ceyhun: “Bitmedi Bendeki Umutsuz Umut”



Yeni nesil edebiyatçıların sayısı pıtrak gibi artıp, pek çoğunun “halkçı” meyvesinden yiyemeyen Türkiye edebiyatı; “Edebiyatımı Geri İstiyorum” diye bağıran genç bir edebiyat tutkununu daha eksiltti yaşantısından. Üstelik, Kemal Özer’in acısı henüz dinmemişken…

Demirtaş Ceyhun Hakkında

30 Mart 2010 Salı

Uyumsuz Dişli



Payıma düşen ne varsa biri sizin olsun.
Denize gidiyorum, çağanoz toplamaya
kurtulup dalyanlardan.

İçin ilk yudumunu rakımın
ilk çalışını duvar saatinin, kurun kendinize.
Nasıl olsa uyumsuz bir dişliyim yaşama karşı
ve ipliği iğneye denk getirememenin yılgınlığı üzerimde…

Denize gidiyorum kör karanlıkta.
Dışarıda davul tokmağı, köpek uluması, üst komşunun saat sesi
siren sesleri, içine çökmüş kaldırımlar, apansız kimlik kontrolleri
bırakıyorum sokakları sorularla:
Kim saklayacak çocukları polis dipçiğinden, caddelerden
ünlü şahsiyet isimlerini,
yağmurda taşınmanın adıyla evlerden taşan fakirliği, kim saklayacak
                                                                                                              fabrika düdüklerini
uzaktan çalan bir kampana gibi?

Payıma düşen ne varsa biri sizin olsun işte.
Denize gidiyorum, çağanoz toplamaya
kurtulup dalyanlardan.

Yarı çıplak kızlar, kadınlar yürüyor kaldırımlarda
diz kapakları, omuzları, bilekleri çıplak.
Üşüsem hiçbiri üstümü örtmez,
yalnızlığım: Yüksek bina önlerindeki sahipsiz bıçak.

Her damlada beni sarhoş eden su: Sana geliyorum
örselemek için yalnızlığımı
uzanıp kendi yanaklarımdan öpmemek*,
dirseğimin yenilendiğini seyretmemek için cam kesiğinden sonra…

Payıma düşen ne varsa biri sizin olsun sırf bu yüzden
Nasıl olsa her balık yaralı çıkar suyun dışına.


*Turgut Uyar

28 Mart 2010 Pazar

Kendine Kıvrılan Ok


Anne, artık doğurduğun çocuk değilim
kesilmiş göbekbağım
değilim o masum bebek
sinekten korunmak için sığınan
cibinliğin insafına.

Diyorum ki:

26 Mart 2010 Cuma

Giovanni Scognamillo Söyleşisi



H.Ç: Metin Demirhan ile birlikte çıkardığınız “Erotik Türk Sineması” isimli kitabınızı referans alarak sormak istiyorum: Sinemada “erotizm” ile “porno” arasındaki temel farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?
G.S: Pornografi cinsel ilişkinin tüm çeşitlerini ve tüm ayrıntılarını görsel veya yazınsal olarak yansıtan ve anlatan bir türdür. Erotizm ise cinsel ilişkiyi ve çıplaklığı inceltilmiş bir şekilde ve estetik bir yaklaşım içinde kullanan çağrışımlara dayalı görsel veya yazınsal bir tarz ve kavramdır. İkisini birbirinden ayırmak bazen güçtür çünkü onları ayıran ince bir çizgidir, kimi nüanslardır. Kolay bir örnek olarak: yan yana uzanmış iki çıplak beden müstehcen değiller ama erotik olabilirler veya sadece anatomik ama cinsel ilişki halindeki iki çıplak beden müstehcen olurlar.

25 Mart 2010 Perşembe

Metin Turan Söyleşisi



H.Ç: 1930 ve 1940’larda ’ilericilik’ ile folklor’un dirsek temasına rastlıyoruz. 2000’li yıllarda; o zamanın ’ilericilik’ şimdinin ’gelenek’ diye adlandırdığı damara rastlayabiliyor muyuz? Yoksa 1990’dan sonra yetişen edebiyat kuşağında gelenek yerine popülerlik kaygısının getirdiği ’elitizm’i mi koymamız gerekiyor?

M.T: "1930’lu ve 40’lı yıllar Türkiyesi'nde folklorun ’ilericilik’ olarak algılanması, gerek folklora el atan kişilerin gerekse kurumların yapısından kaynaklanan bir kimliklendirmeden kaynaklanıyor. 1930’lu yıllarda yeni bir kültürel şekillenme içerisinde olan Türkiye’de, Osmanlı saray ve çevresinde sıkışmış bir edebiyat anlayışının bütün bir Türkiye’yi kucaklamadığı ve temsil etmediği aşikardır. Cumhuriyet, bir yandan Osmanlı’dan devralınan aydın halk arasındaki uçurumu; edebiyat düzleminden dile getirirsek, divan edebiyatı ile halk edebiyatı arasındaki varlığı yadsınamaz uçurumu kaldırma tasasındadır. Dil devrimi, 1926’da başlatılan derleme gezilerinin, 1930’larda Halkevleri’nde boyveren folklor şubelerinin çalışmaları, radyodaki ’yurttan sesler’ korosu bu adımın somut göstergeleridir. Böyle bir adımın atılmış olması, türküsü, ağıdı, manisi, hikâyesi, koçaklaması, destanıyla uzun yüzyıllar boyunca egemen Osmanlı zihniyeti tarafından hesaba katılmamış Türkiye halkının anlaşılması çabasının belirgin yansımasıdır ki, bu hiç kuşkusuz ileri bir adımdır.

20 Mart 2010 Cumartesi

Erken Kaybedenler

Fotoğraf: Volkan Doğar

Eleştiri Noktası’nı takip eden okuyucuların da hatırlayacağı üzere; Emrah Serbes, yazdığı iki Ankara polisiyesi ile bu köşede yer almıştı. “Erken Kaybedenler” ise bir roman değil, hikâye kitabı. 

Sekiz hikâyeden oluşan kitapta her bir hikâye, farklı erkek çocuklarının dünyaya ve çevrelerinde gelişen olaylara nasıl baktığını anlatmaya çalışıyor. Kitaptaki iyi sayılabilecek noktaları okuyucuların merakına bırakıp, iki romanını okuduğum yazarın bu deneyimi üzerine birkaç satır yazmak istiyorum.

Adresi Yok,New York

“Sokak kafiyelidir. Onun şarkısını söyleyen adamın kalbinde kafiyeli bir şiirdir.” (s.111) 

Lee Stringer tarafından 1998’de yazılmış olan “Adresi Yok, New York”, 2003’te dilimize çevrilmiş bir kitap. Bu köşeye taşınma sebeplerinden biri; üzerinden 11 sene geçmesine rağmen, içinde yer alan yaşamların güncelliğini koruması ve durumun daha da kötüleşmeye başlaması. İkinci ise; Kurt Vonnegut’un yazar hakkındaki referansı.

Her Temas İz Bırakır

"...Benim yüzüm bantlıydı, katilleri kokusundan tanıyorum. Bu arabada da var aynı koku" (s.272)
 
Emrah Serbes 1981 doğumlu genç bir yazar. 'Bir Ankara Polisiyesi' olan ilk romanı ile karşı karşıyayız: "Her Temas İz Bırakır."

Yazının başında; Emrah Serbes'in çok temiz bir Türkçe'si olduğunu belirtmek gerekiyor. Sanırım ilk romanın da verdiği heyecanla kullandığı bazı klişe tabirler olsa bile, ironik dili, yerinde kullandığı espri ve politik göndermeleri ile bunu örtüyor: "Ağlayıcılara tek tek göz gezdirdi. Böyle ortamlarda, en çok ağlayanlar ya ölünün en uzak tanıdıkları ya da şüphe çekmemek isteyen katilin kendisi olurdu" (s.43). Bir anlamda, üç doğrusu, bir yanlışı götürüyor.

19 Mart 2010 Cuma

Asım Bezirci ve Eleştiri Anlayışı




[...]Bezirci’nin bu incelemelerinin önemi, yalnızca bir şair veya yazar üzerine derinlikle eğilmesinden ve onu bize bir bütün halinde sunmasından ileri gelmiyor; aynı zamanda, sorumlu ve örnek bir öncü-araştırmacı olarak, bundan sonra yapılacak araştırma ve incelemeler için güvenilir bir hareket noktası da oluşturuyor. Gelecekte aynı konulara eğileceklerin işini kolaylaştırarak, güç ve vakit harcamalarını önlemek için, incelediği yazar ve hakkında mümkün olduğunca tam bir bibliyografya veriyor. Örneğin, Orhan Veli hakkında. 300'den çok makalenin, 35 kitabın ve 4 tezin dökümü, bütün ayrıntılarıyla yer alıyor kitapta. Bezirci, yalnızca bu tutumuyla bile, gerçek anlamda nesnel ve özgeci bir araştırmacı olduğunu gösteriyor.” 1

Asım Bezirci Kimdir?



Edebiyat-ı Cedide'nin Felsefesi Üzerinden: Sanat Cephesi




Sanat Cephesi’nin Mart sayısında incelediğimiz Edebiyat-ı Cedide'nin Otopsisi'nden sonra, yine Hikmet Kıvılcımlı’ya ait Edebiyat-ı Cedide'nin Felsefesi'ni gündemimize taşıdık.

Edebiyat-ı Cedide'nin Felsefesi; Hikmet Kıvılcımlı'nın 1937 yılında çıkan Her Ay dergisinin sayfalarında kalmış yazılarının toplamıdır. Emin Karaca tarafından toplanan bu yazılar -tıpkı Edebiyat-ı Cedide'nin Otopsisi gibi- günümüz edebiyatçıları için bir rehber özelliği taşımaktadır.

‘Edebiyat-ı Cedide ve Demokrasi Edebiyatı’, ‘Asıl Felsefesi’, ‘Doğa Anlayışı’ ve ‘İnsan’ olarak dört ana başlıkta incelenen ve okuyucuyu can alıcı sorularla sonuca götürmeyi hedefleyen değerlendirmeler kitabın önemini arttırmaktadır… Bu değerlendirmeler üzerinden Sanat Cephesi’nin yaratması gereken 'kırılma'da üzerine düşen görevlere değineceğiz.

Edebiyat-ı Cedide'nin Otopsisi



Hikmet Kıvılcımlı’nın Türk siyasi tarihine verdiği eserler ve siyasi yaşamı hâlâ tartışılmaya ihtiyaç duymaktadır. Kıvılcımlı’nın örgütlü ve örgütsüz olarak iki evrede incelenmesi gereken siyasi yaşamında; 1933 tarihli ‘Yol’, ‘Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi’(1935) ve 1936 tarihli ‘Ünlü Marksizm Kalpazanları Kimlerdir’ politik olarak en ileri olduğu döneme denk düşer. Üzerinden 73 yıl geçtikten sonra bile güncelliğini kaybetmeyen ‘Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi’ hem o dönemin edebiyatına Marksist bir eleştiri getirmesi, hem de Kıvılcımlı’yı anlamamız açısından tarihi bir değer taşımaktadır.

Dönemin Edebiyatına Bakış

Mustafa Köz Şiiri Üzerinden: "Gelenek" Sahipsiz Mi?




Şiirde Geleneğin Sahiplenilmesi

‘Yalnız kendi edebiyatımın değil, tanıdığım bütün edebiyatların geleneklerinden faydalanmak istiyorum. Tabii gerekirse. Bazen de kendi edebiyatımın geleneğinden bile faydalanmak istemiyorum. Her eserde mutlaka bir geleneğin geliştirilmesi gerektiğine de kani değilim. Her sanatkâr ömrünün sonuna kadar arayacaktır… Gerçeği toplumcu gözle incelemekten gayrı hiçbir değişmez, mutlak sanat kaidesi tanımayacaktır. Denenmiş birçok sanat kaidelerinin tecrübelerinden elbette ki yararlanacaktır. Elbette ki, kendi halk sanatının, dünya halkları sanatlarının, kendi ve dünya halkları klasiklerinin geleneklerinden faydalanacaktır. Ama sadece faydalanacaktır. Onları bir sıçrama tahtası olarak kullanacaktır, ayaklarına pranga yapmayacaktır.1

Bir "Garip" Devrim Hikâyesi


Ekim Devrimi’nin 90. yılında, Melih Cevdet Anday’ın Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan ve Macaristan ziyaretlerindeki gözlem ve izlenimlerini anlattığı kitabından* bahsetmek, devrimi anlamaya çalışan halkımız için belki yol gösterici olmayacaktır ama Anday’ın kaleminden bazı gerçekleri anlamanın önemini de azaltmayacaktır. Anday, kitabında siyasi çözümlemelere girmeyi tercih etmemiş. Zaten kitabın genelinde de tüm bu izlenimleri not almak için kağıt ve kalem kullanmadığını, ülkeye dönüşünde de yakın çevresinden bu konuda eleştiriler aldığını itiraf etmiş.

Bir eleştiri de ben yapayım yeri gelmişken:

Poe ve Amerikan Korku Kültürü



İnsanlık tarihiyle eşdeğer olan duygudur korku. İlk akla getirdiği ölüm, karanlık, hastalık olabileceği gibi, sözlüklerde yer almayan anlamlar da yüklenebilir ona; faşizmi ve savaşı beslemek gibi. Dört büyük dinin kutsal kitaplarında, insanları doğru yola getirmek için baskı aracı olma görevini de yüklenen soyut bir düşmandır aynı zamanda…

Cinler, şeytanlar, sırat köprüsü, cehennem ateşi… Ortaçağ’dan başlayan kilise kışkırtmalarıyla günümüze gelen ve binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanmasına rağmen, avlanmakla bitmeyen cadılar… Korkuyu tetikleyen faktörler ölümden sonrasını değil, bilakis, ölümü merkeze alıyor çoğunlukla. Üstelik Doğu ile Batı’yı ayıran keskin çizgilerden biri de burada ortaya çıkıyor. Çünkü Doğu ölümle mistik bir anlaşma yapmış gibi görünürken, dünyaya ve hayata hükmetmeyi ilk amaç sayan Batılı için ölüm korkusu bilinçaltına yerleşmiş bir acizlik anlamına geliyor. Bu bakış farkı iki kültürün sanat ve edebiyatına da yansıyor.

Edgar Allan Poe’ya bakış

18 Mart 2010 Perşembe

Son Hafriyat


Kendisine ilk romanı ‘Her Temas İz Bırakır’ ile bu köşede değindiğimiz Emrah Serbes, ikinci romanı ve yine ‘Bir Ankara Polisiyesi’ olan ‘Son Hafriyat’ ile okuyucusunu buldu. İlkine göre daha nitelikli bir kurgu ve sivri bir yazım dili ile karşılaşmak, yazarın, ileride yayınlayabileceği kitaplar için umut verici bir kaynak oluşturabilir.

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi


Bir sosyalist; bu ülkede geçen, 490 sayfalık, tarihsel isim ve ‘ünlü’ler hariç 306 karakterin yer aldığı bir romandan ne bekler? Hemen cevabını vereyim: Gümrah bir nehir gibi akan ve coşkulu Türkçe, bu ülkenin tarihine kazınmış olaylara objektif bir bakış ve detaycılık, her sayfada kendini çoğaltan bir araştırma ve derine inme isteği, belki ‘Raskolnikov’ ya da ‘Murtaza’ gibi yaratılmış bir roman kahramanı… 

Peki, Yalçın Küçük tabiriyle bir ‘Eylülist’; romanında ne yazmak, nasıl satmak ister?

İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar


“Kozluk” neresi bilir misiniz? Bilmiyorsanız da, İstanbul’da bir gecekondu semti olduğunu bilin, yeter. Zümrüt, Elmas, Cavit ve Coşkun ise bu semtin sakinlerinden bazıları… Ya da bu semtin diğer nüfusu gibi yoksulluğu en alâsından yaşayanlardan bazıları. Sonuçta hepsi birer roman karakteri ama bu karakterlerin ülkemin yoksul halkıyla örtüşmediğini kim iddia edebilir? 

Hatice Meryem, “Ağır yün yorganların altında yahut devlet hastanelerinin loş koridorlarında sessizce öldüklerinde kimselerin ruhu duymaz” dediği insanların hikâyesini anlatmaya çalışıyor.

"Dünyayı Anlamanın Kara Duygusu" ve Cengiz Kılçer Şiiri



‘…Dürüstçe itiraf etmem gerekiyor: sanatı ve özelde şiiri politikaya hizmet aracı olarak görüyorum, bu şiirin ve sanatın bir üstyapı olduğunun da altını çiziyorum. Dolayımlı olarak da şiiri büyük insanlıktan ayıramayacağım bir varlıkbilim ve etik sorunu olarak algılıyor ve şiirle bu tez üzerinden ilişki kuruyorum. Bir hesaplaşma veya yüzleşme yapmak gerekiyor sanırım. Şiirin ancak düşünce alanında kendi tamamlanma hareketi içinde gerçeklik kazanabileceğini gösteren diyalektik sürecini, şair 'ben'in dışsallaşması ve dışsallıktan gene kendi içine dönmesinin 'ya da kendini yutan bir yılan' simgesi olarak yorumlamak mümkün. Günümüzde yazılan verili şiirlerin özellikle öne çıkan ve gündem oluşturan temalardan mümkün mertebe uzakta kalmaya çalıştım ki, hepsi demem haksızlık olur, bağışlanmamı diliyorum; ama tüm şairler-şiirler sanki aynalı lâbirentlerin içinde dolaşmaktaydı. Pek de bir manâ taşımayan, gündeme getirilmesinden ne yarar umulduğu anlaşılamayan şiirlerdi bunlar ve biraz sanki herkes birbirini taklit ve tekrar ediyor gibi geliyor bana. Yine bağışlansın lütfen çünkü şiir psikolojik kusmuktan başka bir şeydir. Bilmiyorum acaba kaç şair kardeşim ‘‘temizlikçi kadınlar için ilmühaber” yazdı? Kapitalizmin doğasına içkin olarak endüstri kültürelleşiyor kültür de endüstrileşiyor. Bunun dışında asi ve ihtilalci kalan neredeyse tek sanat disiplini olarak yine şiir kalıyor.’

Yukarıdaki satırları Cengiz Kılçer’in Varlık’ta çıkan söyleşisinden alıntıladım. Bu paragrafın okuyucu için iyi bir referans noktası oluşturabileceğini düşünüyorum. Çünkü karşımızda politik bir şair var.

Türk Sinemasında Kürtler


Türk Sinemasında Kürtler’ Müslüm Yücel’in Agora’dan çıkan son kitabının adı. Yazarı, daha önce basılan şiir ve inceleme kitapları da olmasına rağmen, ‘Edebiyatta Ölüm ve İntihar’ adlı çalışmasıyla tanımıştım. Beklediğimden daha iyi ve oylumlu bir kitap olması ve bu son kitabının iddialı ismiyle de dikkatimi çektiği için okumaya başladım ama hayal kırıklığına uğradım.

Karanlık Çökerken Neredeydiniz?



Yazacaklarım, Mario Levi’nin kitaplarıyla daha önce tanışma fırsatı bulan dikkatli okuyuculara tanıdık gelebilir. 586 sayfalık bir romana ve Mario Levi’ye başlama eğilimindeki dostlarımıza ise Levi’nin romancılığı üzerine birkaç kelâm etmek, bu son romanından sonra elzem hale gelmiştir.

Ahmaklığın Devrik Hâli


Köşenin adına uygun bir ‘eleştiri’ yazısı olacağını ve tanıtacağım romanın, ‘okunmaması gerekenler’ arasına girmesi gerektiğini belirterek yazıma başlamak istiyorum. Bu köşeyi referans alarak, okunacak ve nefes aldıracak kitap arayışında olan dostlarımıza yazının başında bilgi vermek ve benim gibi, adına ve arka kapak yazısına tav olmalarını, hayal kırıklığına uğramalarını engellemek, kendi kaybettiğim zamanı biraz olsun telafi eder belki…

Kabul etmek gerekir ki, ‘Ahmaklığın Devrik Hali’ pazarlama stratejisi bakımından iddialı ve ilgi çeken bir kitap ismi. Yazarı: David Foenkinos. Polisiye roman kurdu okuyucuların takip ettiği ve diğer kitaplarının da çevrilmesini merakla beklediği Raymond Chandler çevirileriyle iyi bir iş çıkaran ‘+1 Kitap’ ne yazık ki bu sefer iyi bir seçim yapamamış.

Dünyayı Anlamanın Yegâne Yolu: Şiir



Önünde uzanan ve söylenecek pek çok şeyin –belki de- söylendiği bir dünya şiir tarihi varken, genç bir şair dizelerine nasıl yön vermelidir? Bunun cevabı basit olduğu kadar, aslında, içinden çıkılamayacak bir sarmala da dönüşebilir. Peki, basitliği seçmek varken ve bir şiir kitabının ortalama 200-300 arası sattığı bir ülkede, genç bir şair neden kolay yolu seçmemelidir?