19 Mart 2010 Cuma

Edebiyat-ı Cedide'nin Felsefesi Üzerinden: Sanat Cephesi




Sanat Cephesi’nin Mart sayısında incelediğimiz Edebiyat-ı Cedide'nin Otopsisi'nden sonra, yine Hikmet Kıvılcımlı’ya ait Edebiyat-ı Cedide'nin Felsefesi'ni gündemimize taşıdık.

Edebiyat-ı Cedide'nin Felsefesi; Hikmet Kıvılcımlı'nın 1937 yılında çıkan Her Ay dergisinin sayfalarında kalmış yazılarının toplamıdır. Emin Karaca tarafından toplanan bu yazılar -tıpkı Edebiyat-ı Cedide'nin Otopsisi gibi- günümüz edebiyatçıları için bir rehber özelliği taşımaktadır.

‘Edebiyat-ı Cedide ve Demokrasi Edebiyatı’, ‘Asıl Felsefesi’, ‘Doğa Anlayışı’ ve ‘İnsan’ olarak dört ana başlıkta incelenen ve okuyucuyu can alıcı sorularla sonuca götürmeyi hedefleyen değerlendirmeler kitabın önemini arttırmaktadır… Bu değerlendirmeler üzerinden Sanat Cephesi’nin yaratması gereken 'kırılma'da üzerine düşen görevlere değineceğiz.


1- Edebiyat-ı Cedide ve Demokrasi Edebiyatı

“Halkçı bir Cumhuriyet olan Türkiye’de, halkçı bir milli edebiyat nasıl doğabilir?” sorusunun cevabını aramakla başlıyor Hikmet Kıvılcımlı... Bu soru başka bir soruya yöneltiyor bizi: Milli halk edebiyatı ne demektir?

Yazara göre, milli bir halk edebiyatının ne özellikte olacağını aydınlatmaya başlayarak sonuca ulaşılacaktır. Sonuca ulaşmadan şu tespitleri sunar:'...tarihte maddi ve uygarlık düzeyi Türkiye'den ileri olmayan ülkeler, pekâlâ milli birer halk edebiyatı yaratabilmişlerdir. -Edebiyat- adını alan eserler en çok bin ile ikibin arasında basılıp satılabildikleri halde, -edebiyat dışı- diyebileceğimiz öteki halk kitapları, ortalama elli binlere çıkıyor...Türkiye'de milli bir halk edebiyatının, kütle edebiyatının doğması, madem ki salt maddi nedenlerle açıklanamıyor, şu halde öteki sosyal ve manevi nedenleri aramak gerekir...Bizce milli halk edebiyatını boğan kabus yakın edebi geleneklerimizdir. Bu geleneklerin başında Edebiyat-ı Cedide ruhu gelir…'

Halktan soyutlanmış, halka yukarıdan bakan o yarı-derebeyi zihniyetinin artıkları henüz edebiyat alanımızdan tümüyle kalkmış değildir. 'Edebiyat-ı Cedide eğilimleri, bugün esas itibariyle maddi ve toplumsal temellerini kaybetmiş, fosilleşmiş birtakım ilişkilerdir. O ilişkileri salt aydınlığa çıkarmak ve bilinçli bir şekilde reddetmek bile, ortadan kaldırmak için atılmış büyük bir adımdır.'

2- Asıl Felsefesi

Cedideciler’in ‘Asıl Felsefesi’ incelenirken, Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi’nden tanıdık gelen görüş ve tanımlamalar çıkıyor önümüze. Örneğin; Rumuzlu hülyalar, bireysel aşk ideali, bedbinlik, tasavvuf, septimizm, tevekkkül, realite korkusu vb…

Bu başlık altında, yukarıdaki tespitlerin hepsi ayrı birer ara başlık olarak açıklanıyor. Konuyla ilgili olarak, Yakup Kadri ve Tevfik Fikret başta olmak üzere dönemin yazarlarının eserlerinden örneklerle de süsleniyor. Tabii ki beraberinde gelen sıkı eleştirilerle. Kıvılcımlı’nın yazılarına aldığı bu dize çözümlemelerine ve yazarın ironik sert eleştirilerine girerek konuyu dağıtmayalım…

‘Asıl Felsefe’ incelenirken çok önemli bir noktaya değiniliyor: 'Devrime İnanmayış'
‘Acaba bu karanlık hayattan başka bir dünya yok mudur? Hiç mi dünya değişmez? Edebiyat-ı Cedide insanlığı için: Hayır! İlerleme ve atlama olamaz. Onlar gelecek hakkında kötümser olmak istedikleri zaman bile bedbindirler.’

3-Doğa Felsefesi

Marx’tan ‘İnsanlar ancak çözebilecekleri sorunları önlerine koyarlar’ örneğinin verilmesi boşa değildir. Cedideciler’in Demokrasi, Felsefe ve İnsan’da olduğu gibi Doğa’da da sorunu çözmediklerini anlatmaya çalışır örneklerle. Aslında önlerine koymaya çalışmışlardır ama, doğanın yükü ağır gelmiştir omuzlara. Gerisini Hikmet Kıvılcımlı’dan okuyalım: ‘Edebiyat-ı Cedideciler için doğa eksik bir kavramdır… Gerçek anlamıyla bir doğa aramayın. Tüm güzelliği, çirkinliği, bereketi, çoraklığı, uysallığı, azgınlığı, yaratışı, yok edişi, devasa kudretleri ve kahredici yasalarıyla tüm bir doğa, E.C’ciler için bilinmeyen bir dünyadır… Tesadüfen yolumuz bu hayal ülkesine düşerse görürüz ki, orada hemen hemen: Yalnız gurub, yalnız gece, yalnız sonbahar, yalnız kış, kar, tipi, yağmur ve çamur vardır. Koskoca doğanın bu manzaralar dışındaki parçaları, öteki mevsimleri, başka olayları sanki kalmamıştır… ve güzelim apaydınlık yüce doğayı hasta benliklerden ibaret gören, ruhlarının zifiri boyasıyla evreni karartmaya kalkışan E.C şairleri kuruntu ettikleri yapay bir doğa karşısında ya denize bakıp dalga geçerler ya da göğe bakıp yıldızlara dilekçe yazarlar.’

4-İnsan

Halktan bu kadar uzak olan dönem edebiyatçıları, burjuva bakışıyla anlatabilir mi bizim insanımızı? Emeklerini, nasırlarını, açlığını, hastalığını, annesini, ölen babasını görebilir mi halkının gözünde? Peki halk? Acaba kendini görebilmiş midir şaşalı kelimeler arasında?

‘E.C dünyasının maddesi erkek, ruhu kadındır… Fakat, dikkat ediniz, Cedideciler nasıl sanki madde hiç yokmuş ve bütün evren ruhmuş gibi konuşuyorlarsa, tıpkı öyle, Cedide edebiyatında da hemen hemen erkek yok gibidir. Hatta orada, yalnız erkeği değil, genel olarak insanı zor bulursunuz: Bütün konular, bütün sahneler kadın doludur. İnsanın yerini hep kadın tutmuştur! Kadın ise… huri, melek, peri, çiçek, bebek olabilir.’

Mart sayısında yazdığımız gibi, Edebiyat-ı Cedide'nin Otopsisi, 'Edebiyat-ı Cedide' isimli bir şiir dergisinin, hapisteyken Kıvılcımlı'nın eline geçmesi üzerine yazılıyor. Sadece bu örnek bile, dergiciliğin edebiyat alanındaki önemine büyük bir işaret bırakıyor. 1861’de çıkan Mecmua-i Fünun’dan günümüze kadar binlerce edebiyat ve sanat dergisinin basıldığı, büyük bir çoğunluğunun kısa süre sonra kapanmak veya kapatılmak zorunda bırakıldığı Türkiye’de, 'dergicilik' ayrı ve çok kapsamlı bir yazının konusudur. Ancak, Sanat Cephesi’nin bu alandaki konumunu tarif edebilmemiz için, kısa hatırlatmalar yapalım...

1911 çıkışlı 'Genç Kalemler' ve 1913 çıkışlı 'Halka Doğru' dergilerini başlangıç noktası olarak alırsak, – bu iki dergi de Batı özentili bir çizgi çizmiştir- iz bırakan dergilerin azlığı, üzerinde durulması gereken bir konudur. Dönemi içinde edebiyata yön vermiş, akımların oluşmasına kaynaklık etmiş, bugün 'üstad' sayılan o dönemin genç edebiyatçılarına sayfalarını açmış bu dergilerin günümüzde bile koleksiyonunun yapılması, doğru işler yaptıklarını kanıtlıyor. Bugün kıyasıya eleştirilen edebiyat akımlarının oluştuğu bu dergiler, ülkemizdeki dergiciliğin gelişimine veya gerilemesine de tanıklık sağlıyor...

Nazım Hikmet'in 'Putları Yıkıyoruz' u yayınladığı Resimli Ay (1923-1933), 1936-1938 arasında çıkan ve Salâh Birsel, Dağlarca, Sait Faik gibi o dönemin genç edebiyatçılarına yer veren Gündüz, Aziz Nesin ve Nazım Hikmet'in (Nurettin Eşfak takma adıyla) emek verdiği ve sıkıyönetim tarafından kapatılan Ses (1939-1948), yine kadrosunda Nazım Hikmet (İbrahim Sadri takma adıyla), Cahit Irgat, Orhan Kemal, A.Kadir gibi isimlerin bulunduğu Yürüyüş, Aziz Nesin ve Sabahattin Ali'nin Markopaşa'sı, Cemal Süreya'nın Papirüs'ü, 1933'den beri yayın hayatına devam eden en uzun soluklu edebiyat dergisi ünvanlı Varlık, 'edebiyat ve sanat dergiciliği' denince bir çırpıda sayacağımız, iz bırakan dergilerdir.

113 sayı çıkan Kaynak, 102 sayı çıkan Dost, 128 sayı çıkan Yeni Dergi'de uzun süre yayın hayatına devam etmiştir.1950 kuşağının yetiştiği Kaynak ve Nazım Hikmet'in 'Kurtuluş Savaşı Destanı'nı yayınladığı için kapatılan Yığın, Behice Boran-Boratav işbirliğiyle çıkan Yurt ve Dünya da döneme cesaretleriyle damgasını vuran dergilerdir.

2 yılı aşkın süredir her geçen ay kendisini geliştirerek, hatalarından ders çıkararak ilerleyen Sanat Cephesi dergisi, ilk sayılarına nazaran aldığı eleştirilerin azalması, bütün olarak bir dergi olma yolunda somut adımlar atmasıyla, günümüz edebiyatının ihtiyaç duyduğu kırılmayı başarabilecek midir?


Sanat Cephesi / 26, Mayıs-2008

Hiç yorum yok: