5 Ekim 2011 Çarşamba

Bu filintalar gerçekten afili mi? (1): Hakan Albayrak

Geçen sene bu aylarda açılan “Afili Filintalar”; hızlı blog takipçileri ve edebiyat çevreleri tarafından bilinir.

Cemaatçilikten liberalliğe, postmodernizmden sola uzanan bu geniş yelpazede, “ayrı dünyaların insanı” olan bu kadar yazar, çizer, gazeteci ve yönetmeni bir arada tutan şey nedir? Öyle ya, özellikle sol görüşlü aydınların bile aynı yayında, aynı yerde (söyleşi, panel vb.) bir arada durmaktan imtina ettikleri bilinir ve eleştirilirken, farklı kaygıları olan bu insanlar nasıl olup da ortak bir projenin öğesi olabilirler? Kaldı ki, bu bir araya gelişin saikleri arasında sadece “kültür-sanat” olmadığı da açık olarak görülmekte… Bir “ideolojiler” savaşında baskın taraf olabilmek ya da kendini ifade etmek, burada yazmak için yeterli sebep olabilir mi?
Bu soruların cevabını verebilmek için, “blog”da yazan bazı isimleri yakından incelemek, üretim aşamalarında hangi yolları izleyerek geldiklerine; bir taraftan geçmişte yaptıkları işlere bakarken, diğer taraftan şu anda neler ürettiklerine ve bu üretimin temas ettiği zemine dikkat çekmek istiyorum.

Hakan Albayrak: Yılmaz bir ümmet sevdalısı
Neden ilk sıraya kendisini koydum?

Uzun zamandır izlediğim; Nihat Genç ile 1989’da çıkardıkları “Çete” dergisinde yazdıklarını notladığım ve cemaatin entelektüel kanaat önderlerinden biri, kusursuz bir ümmetçi ve İslam Birliği savunucusu olduğunu bildiğim için… Başka sebepler de var elbet, bunlara da değineceğiz.

Milli Gazete ve Zaman’da köşe yazarlığı, İHA’da Gazze ve Kudüs muhabirliği, İHH’da yöneticilik yapan Albayrak; Yeni Şafak’ta köşe yazarlığı yapıyor ve bir başka Yeni Şafak yazarı Gökhan Özcan’la (kendisi de bir “afili filinta”!) birlikte Gerçek Hayat dergisi çıkarıyor.

Bu kadar bilginin dışında, bir de kendi kaleminden neler yazdığına bakalım:

“1993'ün Eylül ayında bir haber ajansı adına Filistin'e gitmiştim. Orada görmeyi en çok arzu ettiğim yer tabii ki Mescid-i Aksa'ydı. Ümmet-i Muhammed'in Kâbe’den önceki kıblesi olan bu mübarek mescidi ilk fırsatta ziyaret ettim...
Mescid-i Aksa ve Kubbet-us Sahra'nın bulunduğu alana (Harem-i Şerif) iki kapıdan girilirmiş: Müslüman kapısı, gayrimüslim kapısı. Ben Müslümanlara mahsus kapıya yöneldim haliyle. Bir İsrail askeri yolumu kesti:
‘Durun! Müslüman mısınız?’
‘Evet’ dedim.
Beni tepeden tırnağa süzdü. Kot pantolonlu, tişörtlü bir adamdım. Üstelik esmer değildim ve sünnete uygun bir sakalım da yoktu. Askerin şüphelendiğini hissettim.
‘Adınız ne?’ diye sordu.
‘Hakan’ dedim.
‘Abdullah, Hasan, Muhammed gibi bir adınız yok mu?’
‘Hayır, ama Müslümanım. Kanıtlayabilirim.’
Cebimden pasaportumu çıkarıp din hanesini aramaya başladım. Öyle bir şey yoktu. Hemen nüfus cüzdanıma sarıldım. Yahudi askere nüfus cüzdanımın ‘Dini: İslam’ bölümünü gösterdim. Araplarla sorun çıkmasın diye Mescid-i Aksa'nın Müslüman kapısından geçmeye çalışan her şüpheliyi durdurma emri aldığı ve riske girmek istemediği anlaşılan Yahudi asker, buna hiç itibar etmedi:
‘O belgenin uluslararası geçerliği yok. Lütfen birkaç adım ötedeki turist kapısını kullanın!’
‘Olmaz!’ dedim. ‘Ben Müslümanım ve Müslüman kapısından girmek istiyorum. Bana bir Arap görevli getirirseniz meseleyi halledebiliriz.’
Yahudi, talebimi makul karşıladı. Bir Arap geldi. Arap da adımı sordu. Hakan'ı o da şüphe çekici buldu. Babamın adı olan Ziya'yı da beğenmedi. Gülbeyaz'ın, yani annemin adının zaten hiç şansı yoktu:
‘Neden birkaç adım daha gidip öbür kapıdan geçmiyorsunuz?’
‘Çünkü Müslümanlara mahsus kapı bu! Ve ben bir Müslüman’ım elhamdülillah!’
Yasin suresinin ilk sayfasını ezbere okudum. Hâlâ inanamıyorum, ama o bile yumuşatmadı Arap görevliyi. Bunu üzerine yüksek sesle kelime-i şahadet getirdim. ‘Bakın’ dedim, ‘hangi İslam âlimine sorarsanız sorun, ‘Bu adam az önce Müslüman değil idiyse bile şimdi Müslüman oldu’ diyecektir. Bırakın geçeyim.’
Geçirmediler. Çaresiz, ‘turist kapısı’na yöneldim.
Bu bana iyi bir ders oldu. ‘Çocuklarıma klasik Müslüman isimleri takacağım. Kızım olursa Ayşe, oğlum olursa Ali…’ diye kendi kendime söz verdim. Sözümü tutuyorum. İki kızım oldu: Ayşe ve Fatma.” (Bismillah Hotel, Vadi Yayınları)

Turist kapısından girdiği için dinden çıkmış mıdır, bilmiyorum. Ama biat kültürüyle yetişen her kişi gibi Albayrak’ın sözü de Amerika’daki efendisinin izin verdiği kadardır. Hamaset olsun diye değil, örneklerini kendisi verdiği için yazıyorum.

Mavi Marmara gemisinde bulunan Albayrak bakalım ne yazmış:
“Gemideki Ürdünlü kardeşlerimizden birinin tespiti: ‘Sultan Abdülhamit, Filistin'i satmadığı için tahtını kaybetti. Arap dünyasının kralları ise Filistin'i satarak tahtlarını koruyorlar.’ Libya'da bir gazetenin Mavi Marmara katliamıyla ilgili başlığı: ‘Türkler Filistin için kanlarını verdiler, Araplar nerede?’ Suriyeli-Türkiyeli gazeteci Hüsnü Mahalli'nin yorumu: ‘Mavi Marmara, Arap sokaklarının şerefi oldu.’ Diriliş muştusudur Mavi Marmara... Yeniden ümmet olmaya başladığımızın resmidir... Anadolu çocukları o gemide Allah yolunda mazlum Filistinliler için mücadele ederken can verdiler ve Arap sokakları bu soylu mesajı öpüp başlarının üstüne koydular... Ümmet titreyip kendine dönüyor... Dalga dalga yükseliyor vicdan ayaklanması... Çatır çatır çatırdıyor ihanet çarkı... Allahu ekber ve lillahi'l hamd.” (6 Haziran, 2010-Yeni Şafak)
(Aynı konuyla ilgili başka bir Afili Filinta! olan romancı Murat Menteş’e vermiş olduğu röportajı okumak için: http://www.stargazete.com/roportaj/yazar/murat-mentes/israil-askeri-kork...)

Gemi baskınından sonra ise efendisi olan hocanın "İsrail'den izin alınmalıydı, otoritenin rızası olmalıydı" minvalindeki fetvasından sonra sıkılmadan, yine aynı köşeden şunları yazmıştır:
“Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Mavi Marmara ve İHH ile ilgili beyanının yol açtığı tartışma hakkında uzun uzun yazacaktım ama bugün buna imkân yok.
Aslında uzun uzun yazmaya gerek de yok.
Söylemek istediğim şu:
Malum çevrelerin Müslümanlar arasında fitne çıkarmak için kullandığı bu açıklamayı unutalım gitsin.
Herkes bağrına taş bassın ve konu kapansın.
Birbirimizi daha fazla kırmadan, yarayı derinleştirmeden...
İnşallah daha çok yol yürüyeceğiz beraber.
Birbirimize bakacak yüzümüz olsun.”(9 Haziran,2010)
Ne oldu “Cenab-ı Hakk’ın bizi büyük bir devrimde bir enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum” diyen hazret Albayrak’ın idealizmine? Ortada bir enstrüman olduğu ve bu enstrümanı kimin çaldığı gayet bellidir.

Hoşgörü sınırlarınız biraz daha zorlamaya dayanacaksa devam ediyorum, çünkü Hakan Albayrak’ın önce yazıp, sonra geri basmaları da devam ediyor… Hoca’sından özür diledi… “Böyle Devrimci Sol Mu Olur” yazısının ertesinde de solculardan özür diliyor:

“'Böyle devrimci sol mu olur?' başlıklı yazıma harbî devrimci solculardan haklı tepkiler geldi. 'Solculuğunu, devrimciliğini ve anti militaristliğini sorguladığın o protestocular arasında biz de varız; biz cuntalara her zaman karşı çıktık, sizinkiler ortalıkta yokken de karşı çıktık, 28 Şubat sürecinde de militarizme tepkimizi gösterdik ve zulme uğrayan başörtülü öğrenci arkadaşlarımızın yanında durduk... Bize çamur atmaya utanmıyor musun?' dediler.
Utanıyorum.
Onları ulusalcı ve fanatik Kemalist 'sol'la aynı kefeye koyduğum için özür dilerim.
Haklarını helâl ederlerse sevinirim.(14 Aralık,2010)

Albayrak’ın bu doğrultuda devam edeceğini varsayarak önereceğim bazı başlıklar olabilir (İtalik olanlar Albayrak’ın Yeni Şafak’ta yazdıkları, altındakiler de önerilerimdir):

- “Kurtlar Vadisi Filistin”(24.11.2010)
- İsrail’den Özür Diliyorum! Otoritesini de yıkamadık zahir! (25.11.2010)
- “Hani Türkiye’nin Ortadoğu Açılımları Amerikan Projesiydi?” (30.11.2010)
- B.O.P’u Duymamıştım, Hay Bin Kunduz! CIA’den Özür Diliyorum. (01.12.2010)
- “Taraf ve Altan’a Yapılacak Şey Değil Bu” (24.01.2011)
- 'Açılan Dava Yerine Telefon Olsaydı' Yazmışım, Başbakan Hakkını Helal Etsin.(25.01.2011)
Şeyh Said ve 47 arkadaşını rahmetle anan; Muhsin Yazıcıoğlu’nun arkasından “sağ çıksa da boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlasam” yazan “Ağlak Cemaati” mensubu; Gazze’yi Türkiye’nin mandası yapma arzusuyla yanıp tutuşan Neo-Osmanlıcı’dan afili! bir filinta yaratmak da neyin nesi? Kaldı ki, yumurtalı protesto yapan öğrencilere “Faşist cuntaların üniversiteler üzerindeki tahakkümünü sineye çekmiş olan ‘solcu’, ‘anti faşist’, ‘demokrat’, ‘devrimci’ öğrenciler, solculuklarını, anti faşistliklerini, demokratlıklarını, devrimciliklerini külahıma anlatsınlar!” diyen biriyle bırakın aynı yerde yazmayı, aynı marketten peynir bile almam.

Bu ve bunun gibi iktidarın kahramanları tarikat evlerinde semirirken, işkence tezgâhlarından kimlerin geçtiği; YÖK protestolarına kimlerin katılıp katılmadığı; kıblesini Amerika’ya dönenler ile 6.Filo’ya karşı çıkanların kimler olduğu bellidir.

Peki, bu insanla “ahlâk” paydasında bile buluşamayacak mıyız? Hayır. Çünkü Hakan Albayrak’ın ahlâkı da hocasının tahakkümü altındadır.

Afili Filintalar’a dönecek olursak…

Blog kültürü bana göre; 1990’lardan itibaren, 90’ların yoz dilini alan, kelime oyunlarıyla dili ters yüz eden “afacan çocuklar” çağının internete yansımasından ibaret. Ürün veren, yazılarını paylaşan değerli insanlar da var elbette, yadsıyamayız. Diğer taraftan da, Afili Filintalar’ı bu “afacan çocuklar” oluşumundan bağımsız düşünmemeliyiz. İlerleyen yazılarda bu konulara değinmeye çalışacağım. Ama o zamana kadar gelin, beraberce düşünelim: Aşağıdaki iki videoda izleyecekleriniz bir “cemaatleşmenin” ta kendisi değil midir? Programı sunanlar da programa büyük övgülerle davet edilen Hakan Albayrak da birer Afili Filinta! (TVNET necidir: http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=16.02.2011&y=HakanAlbayrak)

Cıvıklığa, vıcık vıcık ilişkilere, klikleşmeye teslim olmayacak onurlu yazarların, gazetecilerin, yönetmenlerin sayısını arttıramadığımız sürece, maruz kalacağımız kültürel bombardımanın seviyesi! bundan öteye geçmeyecektir.

Not: Yazıyı hazırlarken bahsettiğim blog’un fiyakalılarından biri olan Murat Zelan (yazdığı kitabı Albayrak’a ithaf etmişti) Adnan Menderes’i “devrimci” sayan bir yazı göndermiş. Neyse ki, -orada ne işi olduklarını hâlâ anlayamadığım- Murat Uyurkulak ve Emrah Serbes “şık” birer vuruş yapmış… Emrah Serbes’in çekincesi ise makul: “Bugün Adnan Menderes’e devrimci derseniz elli sene sonra da Tayyip Erdoğan’a devrimci dersiniz. Peki, o zaman Afili Filintalar’a ne derler?”

“Desinler” fıkrasını bilir misiniz?

17/02/2011 - http://kultur.sol.org.tr/makaleler/huseyin-cukur/bu-filintalar-gercekten-afili-mi-1-hakan-albayrak-596

Hiç yorum yok: