25 Mart 2010 Perşembe

Metin Turan Söyleşisi



H.Ç: 1930 ve 1940’larda ’ilericilik’ ile folklor’un dirsek temasına rastlıyoruz. 2000’li yıllarda; o zamanın ’ilericilik’ şimdinin ’gelenek’ diye adlandırdığı damara rastlayabiliyor muyuz? Yoksa 1990’dan sonra yetişen edebiyat kuşağında gelenek yerine popülerlik kaygısının getirdiği ’elitizm’i mi koymamız gerekiyor?

M.T: "1930’lu ve 40’lı yıllar Türkiyesi'nde folklorun ’ilericilik’ olarak algılanması, gerek folklora el atan kişilerin gerekse kurumların yapısından kaynaklanan bir kimliklendirmeden kaynaklanıyor. 1930’lu yıllarda yeni bir kültürel şekillenme içerisinde olan Türkiye’de, Osmanlı saray ve çevresinde sıkışmış bir edebiyat anlayışının bütün bir Türkiye’yi kucaklamadığı ve temsil etmediği aşikardır. Cumhuriyet, bir yandan Osmanlı’dan devralınan aydın halk arasındaki uçurumu; edebiyat düzleminden dile getirirsek, divan edebiyatı ile halk edebiyatı arasındaki varlığı yadsınamaz uçurumu kaldırma tasasındadır. Dil devrimi, 1926’da başlatılan derleme gezilerinin, 1930’larda Halkevleri’nde boyveren folklor şubelerinin çalışmaları, radyodaki ’yurttan sesler’ korosu bu adımın somut göstergeleridir. Böyle bir adımın atılmış olması, türküsü, ağıdı, manisi, hikâyesi, koçaklaması, destanıyla uzun yüzyıllar boyunca egemen Osmanlı zihniyeti tarafından hesaba katılmamış Türkiye halkının anlaşılması çabasının belirgin yansımasıdır ki, bu hiç kuşkusuz ileri bir adımdır.

Bir başka önemli eylem daha gerçekleşmiş; 1930’larda; Halkevleri ile birlikte, hemen her ilde bir yayın organı, yani yazılı iletişim hayata geçmiş insanlar anlayabilecekleri bir dille yazılmış haberleri, hikâyeleri, şiirleri okumaya/okutmaya başlamışlardır. Yüzyıllar boyunca yazmamış, yazamamış, sadece söyleyip anlatmış bir halkın yazıyla tanışması çok önemlidir. Bu hiç küçümsenmesin, bir tabunun yıkılmasıdır. Bugün bile, yerde bulduğu Arap harfli kağıt parçasını öpüp, kutsal kitabın sayfalarından düşmüş yaprak diye koynuna muska gibi koyan bir halkın çocuklarının, 1930’lardan başlayarak okuyup yazma eylemine girişmeleri Kaplani’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi 'bin yıllık çınarın fiske vuruşuyla yıkılması' gibidir.

1930’larda başlayıp, 1980’lere kadar sürüpgelen ilericilik ile folklorun dirsek teması, 2000’li yıllarda erimiş durumdadır. Bunda Türkiye’de çok sistemli bir biçimde sürdürülegelen yozlaştırma politikalarının etkisini unutmamak gerekir. Ayrıca yaklaşık yüzyıllık süreç içerisinde elde edilmiş olan birikimin de artık bir evrilmeyi, daha doğrusu 1930’lu, 40’lı, 60’lı, 70’li yıllarda algılandığı biçimiyle folklorun da yeni bir dinamizme kavuştuğunu kabul etmek gerekir.

1980’lerde şekillenmeye başlayan ve sizin de sorunuzda ifadelendirdiğiniz gibi 1990’lardan sonra yetişen edebiyat kuşağında gelenek yerine ’popüler olan’ egemen olmaya başlamıştır. Popüler olan, hiç tartışmasız derinliksiz ve yüzeyseldir. Bunun bir geleneğe yaslanması, köklü bir birikimden beslenmesi gerekmiyor. Gündelik ilişkiler içerisinde, hatta hayata dair bu ilişkilere de gerek yoktur; gündemi belirleyen göndermeler üzerinden herhangi bir etkinlik sözkonusu ise öne çıkan da o olmaktadır. Ancak mevcut bu durumdan ve örneklerden hareket ederek, nitelikli bir edebiyat/sanat ürün veya kişisinden söz etmemek gerekir."

H.Ç:  Bugünün dergiciliğinde herhangi bir edebiyat dergisinin geleneğe bağlı yeni bir kuşak çıkartma ihtimali var mıdır?

M.T: "Bunu olası göremiyorum. Birincisi, Türkiye’de ’gelenek’ tartışması tartışılabilir bir zemin bulabilmiş değildir. Böyle bir atmosfer henüz oluşmuş değil. Bunun yapılabilmesi, kimi endişelerin belirmesiyle olasıdır ki bu bir bilinç gerektirir. Mevcut edebiyat/sanat dergilerimizin hangisinde buna benzer bir zemin görebiliriz?... 1930’lu yıllardan başlayarak Türkiye’de yayımlanan dergilere bir bakarsanız, siyasal eğilimi ne olursa olsun hemen hepsinde bir üslûp görürsünüz. Bu kaygı, 1940’lı yıllardan itibaren daha bir belirginleşir. Yazar denli, yazılan yerin de kendine mahsus bir üslûbunun olması gerekir. Bugün öyle mi? Yayımladığı ürünlerle kendi kişiliğini anlatabilen dergi kalmadı ki, oradan yola çıkarak bir hareket, bir açılım da yaratılabilsin... Nedeni de çok açık, bugünün edebiyat dergilerinin çok büyük bir bölümünde kendisiyle örtüşen kişilikli, biçem (üslûp) sahibi yapı göremiyorsunuz ki, gelenek oluşturmak konusunda da adım atabilsinler. 1980’li yıllardan itibaren yazar /edebiyatçıya enjekte edilmeye çalışılan özgünlük, tekil bir söyleme sahip olma yeteneğidir (!). Oysa, halk kültürü, halk edebiyatı ve hiç tartışmasız ilerici, devrimci edebiyat geleneği çoğul söyleme sahiptir.

Dolayısıyla, siz gelenek oluşturma ve kuşak çıkartma iddialarını bir yana bırakın, günümüz edebiyat/sanat dergilerinden yetişen şair ve öykücü bile göremiyorsunuz. Son yirmi yılda yayımlanan öykü ve şiir kitaplarında yer alan yazar özgeçmişlerine bakmanız bile, bu konuda somut ipucu verebilir. Kaç şairin, öykücünün özgeçmişinde ilk şiirleri şu dergide yer aldı diye bir vurgulama görüyorsunuz? Oysa, 1990’lı yıllara gelinene değin edebiyatçıların özgeçmişlerine ilk ürünlerinin hangi dergi veya dergilerde yer aldığını yazmaları /yazdırmaları önemli bir belirleyendi. Bu vurgulama söz konusu edebiyat dergisine ilişkin bir çizginin ifadesidir. Bugün artık bunları görmek ve okumak pek olası değil."

H.Ç: 1940 kuşağının bazı temsilcileri yenilikler peşinden koşarken, toplumcu birçok usta yazar eserlerinde ’köycülüğü’ ön plana çıkardılar. Bu kimileri tarafından eleştirilen bir yöntem iken, bu yönelmenin sebebini siz nereye bağlıyorsunuz?

M.T: "1940 kuşağının yazarlarını şöyle bir anımsak, bu birikimin izdüşümünü algılamak için iyi bir yol göstericidir: Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, M. Niyazi Akıncıoğlu, A. Kadir, Ahmed Arif, Mehmet Kemal, Suat Taşer, Enver Gökçe, Nail V., Attila İlhan, Arif Damar, Şükran Kurdakul...Şimdi bunlardan hangisi ’köycülüğü’ öne çıkarmıştır? Çok haklı olarak köyü ve köylüyü anlatmışlardır. Çünkü bu ülkenin 1990 yılına kadar nüfusunun %70’i hâlâ köylerde yaşıyordu. Endüstrileşme dışı bir çarpıklıkla son çeyrek yüzyılda köylerden ’şeher’lere bir kayma olmuşsa, bu nüfusun kentlileştiği anlamına gelmediği gibi, edebiyatçının bunları ve dolayısıyla sorunlarını /beklentilerini yapıtlarına konu edinmesi bizzat edebiyatçılığının, çağının tanığı olmak kaygısındaki bir insanın yapması gerekendir. Yukarıda saydığım isimlerden hiç birisi için ’gerici’, ’tutucu’, ’muhafazakar’ diyemezsiniz. İşte 1940 kuşağının temsilcileri bunlardır ve her birinin kendine özgü bir sanatçı duruşu, kimliği ve kişiliği vardır. Bin yapraklı bir antoloji arasından siz bırakın sayfaları, dizeleri masaya dökün, ben onlardan hangisinin Cahit Irgat’a, hangisinin Ömer Faruk Toprak’a, hangisinin Ahmed Arif’e ait olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Peki ’özgünlük’ iddiasındaki günümüz şairlerinden kaçta kaçının şiirlerini mevcut toplamın içerisinden ayırdedebilirsiniz? Sanatsal yaratıcılık biraz değil, daha çok bu farklı olmakta, farkındalık yaratmakta yatmıyor mu?"

H.Ç:  Nazım Hikmet bir değerlendirmesinde ’gelenek’ten; ’gerekirse faydalanarak bir sıçrama tahtası yapacak ama asla pranga yapılamayacak’ bir olgu olarak bahsediyor. 2000’lerin edebiyatçısı bu ’gelenek’ anlayışının neresindedir? Nazım Hikmet’in bu öğüdü ne kadar tutulmuştur?

M.T: "Nazım Hikmet’in ’gelenek’ vurgulaması, bir birikimin adres gösterilmesidir. Halk şiiri birikimi, halk hikâyesi, halk güldürü geleneği birikimidir. Hiç kuşkusuz bu birikimi en iyi değerlendirenlerden ve oradan çağdaş, yeni ve yaratıcı bir edebiyat birikimi ortaya koyan da kendisi olmuştur.Nazım Hikmet özelinden hareket ederek bunun en tipik örnekliğiyle tanışırız. Dedesi mevlevi olan, Osmanlı ailesinden ve bütün Osmanlı üst tabakası gibi dadılarından Fransızca da öğrenmiş birini düşününüz... Yani Osmanlıca dediğimiz biraz Farsça, biraz Arapça dil bilgisi ve işte onlara eklenmiş Fransızca... Şansı nedir böyle bir kültürel kimlik içerisindeki kişinin? Olsa olsa Tevfik Fikret, Yahya Kemal ortalamasıdır... Oysa Nazım Hikmet’i şanslı kılan kurtuluş savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’ne gidip sosyalizmle tanışması, oradaki devrimci şairlerin etkisinde kalmasıdır. Ama bir edebiyat adamı olarak daha da büyük şansı Nazım Hikmet’in hapse düşünce halkla tanışmasıdır... Halkın destanlarıyla, türküleri, efsaneleri, hikâyeleriyle tanışıyor Nazım Hikmet... Yaşar Kemal’in dediği gibi Çorum’dan, Sinop’tan Bursa’ya kadar halkın göbeğine düşüyor, ’halk aşısı’ oluyor. Bu müthiş bir eklenmedir Nazım Hikmet gibi yaratıcı yetenekleri üstün bir kişiliğe. O zaman Şeyh Bedrettin Destanı çıkıyor ortaya ve Nazım Hikmet altını çizdiği ve gelenek olarak adlandırdığı Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu birikim ve halkasına böyle ekleniyor."

H.Ç: Sizce 1940 kuşağı, halk edebiyatından hangi farklı açılardan yararlandı? Örneğin köy yaşantısının içinden gelen ustalarla, büyük şehirlerden ’köy’e bakmaya çalışanların ortak konu olarak ’köy yaşantısı’nı hedef almasını nasıl açıklayabiliriz?

M.T: "1940 kuşağı edebiyatçılarına baktığınızda, öncelikle hepsinin, kuşaktaşları içerisinde ciddi bir yüksek öğrenim içerisinde oldukları görülür. Hemen hepsinin yüksek öğrenimleri vardır ve bunu bir bilinç edinme; farklı bir sosyal çevre içerisinde üstelik yeni bir dünya kurmanın heyecanıyla birleştirdiğimizde ortaya çıkan tavır alışın nasıl bir potansiyele sahip olduğunu anlamak daha kolaylaşır. Tarihi bir gerçekliği de yabana atmamak gerekir. 1940 yıllar içerisinde bir yandan Avrupa’yı saran nazizm ve faşizmi; Türkiye’deki milli şef hükümetini ve türkçü, turancı eksende örgütlendirilen ırkçı saldırıları gözden ırak tutmamalıyız. 1940’lı yılların dergileri (Küllük, Hamle, Yeni Edebiyat, Yurt ve Dünya, Oluş, Yürüyüş, Gün) ve bu dergilere yöneltilen baskılar, örneğin sadece Marko Paşa’ya yapılanlar anımsanır ve bunların karşısında Çınaraltı, Çığır gibi ırkçı, turancı ve
örtülü ödenekten beslenen Büyük Doğu gibi saldırgan, ihbarcı yayınlar akla getirilirse 1940 kuşağı edebiyatçılarımızın içerisinde bulundukları manzara daha iyi anlaşılır. Ve bu edebiyatçılarımızın ’halk edebiyatı’ birikiminden yararlanma çabaları, halkı ve edebiyatını iyi tanımaktan kaynaklanan dirayetli duruşlarıyla yeni bir sanatsal üretime dönüştürülmüştür. Bugünün edebiyatçısı, halk edebiyatı birikimini ne ölçüde tanımaktadır ki?.. Boy boy dergi ve gazetelerde gözüküp, kitap yayımlayan kaç şairimiz Dede Korkut hikayelerini, Köroğlu Kol Destanları’nı, Keloğlan masallarını, bunların başka başka rivayetlerini, bir dolu halk hikâyesi ve masalını dinlemiş veya okumuştur ki?

"Sizin sorunuzda dile getirdiğiniz ’köy’e ya da ’şehire’ bakma konusu bütünüyle bir sanatçı gözlem ve duyumsaması olayıdır. 1950’li 60’lı yıllarda Türkiye’nin önemli dinamiklerinden birini köy, buna bağlı olarak da köylülük oluşturduğu için sorun bu merkezden güncelleştirilmiş olabilir. Öyledir de. Bugün, sorun köy olmaktan çıkıp, bütünüyle köylülük eksenine kaydığı için düşünsel ve sanatsal anlamda kaygılarımız daha bir başka ve derin olmaya başlamıştır. Çünkü, köy kendi sosyal gerçekliği içinde kolay algılanabilen ve kavranması türlü çabalarla başarılabilen bir olgudur. Ne var ki, yukarı da da belirttiğim gibi, Türkiye’de endüstrileşmenin doğal seyri içerisinde gelişmeyen bir şehirlere kayma, -kentlileşme değil-söz konusudur. Böyle olunca da biribirine karşı sorumluluk duymayan, yani komşuluk haklarını bilmeyen, tabiri gerektiğince söylersek ’arlanma ve utanması’ olmayan bir şehirleşmedir Türkiye’nin yaşadığı... Böyle bir şehirleşme içerisinde edebiyatı da, müziği de, sineması da aynı yörünge de boy verecektir."

H.Ç:  1940 kuşağının ağırlıklı olarak pastoral şiiri tercih etmesinde halk edebiyatının payı var mıdır?

M.T: "Sadece 1940 kuşağının değil, bu kuşağın ardıllarında da örneğin 1960’lı yıllarda başlayan bütün bir 70 ve 80’li yıllar şiirimizin gür seslerinden biri olmuş Hasan Hüseyin’de de aynı pastoral etkiyi görebiliriz. Yine bu kuşak şairleri içerisinde anılmasa, şiiri farklı bir girizgâh çizse de Dağlarca’da, Cahit Külebi’de de benzer yönsemeleri görebiliriz. Bu hayatla ilgili bir durumdur ve sözkonusu şairlerimizin içerisinde doğdukları atmosferdir onların duyarlıklarını besleyen.Bu bakımdan, belirleyici unsurun sadece halk şiiri olduğunu söylemek doğru olmaz ki, halk şairlerinin bir nüfuz alanı yaratmak anlamında, 1940’lı yıllarda öyle aman aman bir etkileri de yoktur. Sonuçta Türkiye’de, tarihin hemen her döneminde halk edebiyatı geleneği sözlü kültür içerisinde varlığını sürdürmüş bir edebiyattır. Halk şairleri ürünlerini daha yakın zamana kadar ikinci el (derlemeci) kanalıyla kitaplaştırmayı yeğlemiş bir kümedir ki, son on onbeş yıl içerisinde kendi ürünlerini telif yapıt olarak yayımlamaya başlamışlardır."

H.Ç:  Halk şiiri günümüz genç şairlerini ve şiiri hâlâ besleyebilir mi?

M.T: "Beslenme, bir şair için hiç kuşkusuz tek bir kanaldan olmaz. Bugünün şairi, dünün şairinden çok daha geniş olanaklara sahip durumdadır. Ulaşabileceği kaynaklar bakımından kendisini sınırlayacak etmenler daha azdır. Dolayısıyla, sadece halk şiiri geleneğinden değil, divan şiiri geleneğinden de ve başka halkların yarattığı şiir birikiminden de yararlanmalıdır. Bugünün sanatçısı için, artık, sadece yerel birikimler yetmemektedir, daha bir açılımlı olmak durumundadırlar. Ancak genişleyen ve genişledikçe küçülen dünya içerisinde edebiyatçı, önünde sonunda içerisinden çıktığı toplumun bireyidir ve kendi olmadan dünyalı olması olası değildir."

H.Ç:  Cemal Süreya’nın ’folklor şiire düşman’ savına katılıyor musunuz?

M.T: "Süreya’nın söylediği bağlam ve ’folklor’dan kastetilen dikkate alındığında, elbette katılıyorum. Ancak belirttiğim gibi, yargıyı bağlamından uzaklaştırırsak, o zaman topyekûn bir reddetmeyle karşı karşıya kalırız ki, bu Süreya’yı da inkâra götürür. Cemal Süreya’nın bu itirazı dönüp dönüp aynı sözcüklerle şiir yazma iddiasında olanların çoğaldığı, Karacaoğlan’ın dizelerini yinelemekle Karcaoğlan olunacağı zannına kapılanların arttığı bir ortamda söylenmiştir. Bunlara itirazı olduğu için haklıdır Cemal Süreya. Ancak, Cemal Süreya’nın bir sitemle dillendirdiği itiraza, mal bulmuş mağrip gibi sarılanların kavrayamadıkları başka noktalar da var. Birincisi, böyle bir yargıya sarılanlar (C. Süreya da dahil), folkloru (halkbilim) bir bilim olarak görmüyor; folklordan sadece halk şiirini; hatta bu itirazın dillendirildiği 1980’li yılların başı anımsanırsa, âşık şiirini anladıkları görülür. Bakın size anımsatayım Cemal Süreya’nın sözlerini: 'Folklorda şiirin bu günkü entelektüel niteliğini taşıyacak yer yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkan vermeyecek kadar dar bir havadır... Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır, tek yönlüdürler... Onlarda şairin işi kelime ile değil, kelime blokları ile oluyor.. Şiirde asıl olan hikaye etmek değil, kelimeler arasında kurulacak şiirsel yüktür.' (Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı ’84, s.165) 

Bu yargıdan hareket ettiğimizde, yukarıda da belirttiğim gibi, çok somut olarak folklorun bir bilim olarak ele alınmadığını görürüz. Oysa, folklor tıpkı sosyoloji, antropoloji, felsefe, tarih gibi bir bilimdir. Kimse kalkıp felsefe şiire düşmandır, tarih şiire düşmandır demiyor da, niçin folklor şiire düşmandır diyor? Çünkü, bugün daha geniş bir kesimin ’folklor oynuyorum’ diyerek halk dansları ile anlatmak istediklerini folklora yüklemesi gibi, Süreya ve bu yargıyı ondan ödünç alarak harekete geçenler de halkbilimi bir bilim olarak algılamamışlardır. Dolayısıyla da folklorun insanı ve toplumu tanımak için ortaya koyduğu verileri bilmenin şiire zararlı olabileceği gibi akla ve mantığa uymayan, düşünsel ve sanatsal tutarlı hiç bir yanı bulanmayan bir savla karşı karşıya kalmış oluruz. Kaldı ki, Cemal Süreya’nın yukarıya aldığım cümleleri ışığında bir yorumlamaya gidersek, âşık şiirinin de bilinmediğini görürüz ki âşık şiiri folklorun içerisinde ele alınan konulardan biri olmaktadır. Buna karşın, âşık şiiri sadece deyimlerle, söz kalıpları ile söylenip yazılmaz. Tıpkı Cemal Süreya’nın ve başka çağdaş şairlerimizin şiirleri gibi sözün şiir ağırlığına ve dize içinde yüklendiği uyuma ve müzik değerini yakalamaya dayanır ki anımsatmak durumundayım, âşık şiiri bir diğer adıyla saz şiiri, türkü olarak; saz ve insan sesi ile çağrılmaktadır. İlhan Başgöz’ün çok yerinde dile getirdiği üzere “Âşık şiirimiz hikâye de anlatmaz. Halk şiirimizde ’baladların’ yaptığı gibi, bir hikâyenin anlatılması, hemen hemen hiç görülmez... Halk şiiri geleneğimiz olayların bıraktığı izlere ve duygulara şuradan buradan dokunup geçer. Harp gibi, kıtlık gibi, uzun destanlarda bile vakayı bir bütün olarak izleyemeyiz ve onlarda şiirsellik, elbette aranmaz.

Hiç bir şiir geleneğinde söz veya deyim donup kalmaz; yeni anlamları yüklenmek yeteneğini tümden kaybetmez. Bazı sanatçıların dilinde ve telinde bunlar gerçekten kuru, donmuş ve cansız dururlar. Tıpkı usta olmayan çağdaş sanatçılarımızın dilinde sözcüklerin kuruyup kaldığı gibi.

Folkloru bir bilim değil de sadece âşık şiiri olarak algılayıp, Nasreddin Hoca’yı, Bektâşi fıkralarını, Bekri Mustafa’yı, Dede Korkut’u, atasözlerini, bilmeceleri, tekerlemeleri, bir dolu halk hikâyesini, destanı, maniyi, türküyü, Karagöz ve Hacivat’ı...onlarla birlikte yaratılan söz ve ses zenginliğini hiçe saymak olur ki bunu da ne Cemal Süreya’nın ne de başka edebiyatçılarımızın ağza alması mümkün değildir."

H.Ç:  Cemal Süreya, folklorun sözü bloklaştırdığını savunurken, işirin önünde ’klişeleşme’ ve ’anonimleşme” olanak iki ana köstek belirliyor. Sizin düşünceleriniz nelerdir?

M.T: "Bu sorunuzu yukarıda bir ölçüde yanıtlamıştım. Yine belirteyim ki, folkloru bir bilim olarak görüp, halk kültürü birikimiyle yaratılmış zengin edebiyat sanat ürünleri göz önüne alındığında bunun ne denli yanlış, eksik bir yargı olduğu kolaylıkla görülür. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Nazım Hikmet bu halkı, bu halkın doğayla içli dışlı oluşunu öykünerek değil özümseyerek yepyeni bir anlatım biçimine dönüştürdü. Ahmed Arif, Enver Gökçe, Cahit Külebi, Orhan Veli öyle, Fazıl Hüsnü Dağlarca öyle; bu kaynaktan yararlanmanın yollarını bularak zengin şiirler yarattılar.

Süreya’nın savı, daha önce de belirttiğim gibi, masal ve destanlardaki anlatım zenginliğini özümsemek yerine onlara öykünenlerin, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Dadaloğlu, Sümmani, Hıfzı gibi binlerce ayrı kişilik olmuş halk şiiri geleneğinin temsilcilerini özümsemek yerine onlara öykünerek şiirler yazanların çoğalıp toplu bir taklitçiliğin yaygınlaştığı gerçekliğine dayanıyor. Ama, bundan hareket edersek, dün ve bugün bir dolu şiir yazanın kendi üslûp ve kişiliğini yaratamayarak arada kalmasını öne çıkarıp, çağdaş edebiyatın da şiire düşman olduğunu savlarız ki, bu hiç bir zaman doğru değildir. Bütün sorun, özümsemeyi doğru yapabilmektedir. Sayısız dünya yazarı, müzikçisi halk türkülerinden, destan ve masallarından yararlanarak büyük sanatlarını gerçekeştirmemişler midir? Halkın ruhu ile kaynaşmanın yolunu açan Puşkin’i; onun açtığı bu yoldan izsüren Gogol’u, Lermentof’u, Turgenyev’i, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi nereye oturtacağız? Sonra Shakespere’i Beethoven’i, Bela Bartok’u, Haçaturyan’ı, Üzeyir Hacıbekov’u nasıl yorumlayacağız?

Bu muazzam zenginliği algılayıp yorumlamadan, artık kendisi klişeleşmiş bir yargıdan hareket ederek, folklor sanat ilişkisini yorumlamaktan kaçınıp, doğru ve güzel örneklerden hareket etmek gerektiğini düşünmeliyiz."

H.Ç:  Dinamo, A Arif, Başaran, S. Ali, Y. Kemal gibi ustaların isimlerinin ve eserlerinin bugüne taşınmasında folklorun ve geleneğin etkisi nedir?

M.T: "Ne folklor ne de başka gelenekler bir sanatçının geleceğe taşınmasında tek başına belirleyci olabilir ki, yukarıda saydığınız isimler içerisinde sanatsal mazisi ikiyüzyılı bulan kimse de yok...Ancak şu bir gerçek, Yahya Kemal, divan şiiri geleneğini doğru özümsemiş bir şairdir ve onun şiirimizdeki ayrıcalığı bunu yapabilmesinden kaynaklanır. Dinamo, Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Başaran adları ise, buluştukları paydayı hayatın en diri yerinden yakalamışlıklarıyla sergilerler. Dinamo’nun salt şair yönünü düşünmeyiniz onun edebiyatımıza kazandırdığı ’Kutsal Savaş’ ve ’Kutsal Barış’ adlı bir kitaplık rafını dolduran yapıtlarını gözünüzün önüne getiriniz, Sabahattin Ali’nin öykü ve romanlarıyla edebiyatımızda yarattığı oylumu ve daha da önemlisi Yahya Kemal hariç yukarıda adlarını andığınız edebiyatçıların hayat karşısında duruşlarını göz önüne getirip, nasıl bir bedel ödediklerini anımsayınız, o zaman yerlerini daha doğru anlamış oluruz. Folklor, hiç kuşkusuz bu edebiyatçılarımız için önemli bir besleyendir ama onların yaratıcılıklarında başka bir bilinç daha vardır; o birikim ve zenginliği toplumcu/sosyalist bir gözle; namuslu bir aydının gözüyle değerlendirme bilinci... Böyle olmasa, her biri kuşakdaşları içerisinde en iyi eğitimi almış olan Dinamo, Sabahatin Ali, Başaran, Ahmed Arif gibi adlar cezaevlerinde sürünürülüp, askere çavuş çıkarılıp, sınır boylarında katledilirler miydi?"

H.Ç:  Köy Enstitüleri'nden çıkan ve köycülüğü savunan bazı kuşak temsilcilerinin ’50 ve ’60’lı yıllardaki çözülüşlerini ve bu ekolün yeni adlar çıkaramamasını neye bağlıyorsunuz?

M.T: "Köy Enstitüleri'nden yetişen edebiyatçılarımızdan öne çıkanların adlarını bir anımsayalım: Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Osman Şahin, Başaran, Ömer Polat, Hasan Kıyafet, Bekir Yıldız, Ümit Kaftancıoğlu, Dursun Akçam, Ali Kemal Gözükara, ...Bakınız bunların hiç birinin yapıtlarında ’köycülük’ yoktur... Tam tersine köy/kırsal kesim toplumsal yapısı içerisindeki ilişkiler eleştirel bir dille irdelenir... Şunu söyleyebiliriz ama, KÖY bu kuşak edebiyatçılarımızla birlikte daha belirgin olarak gündeme geldi ve işlendi. Başka ne yapabilirlerdi ki? İçerisinden çıktıkları, en iyi bildikleri hayat buydu ve bunu yazdılar. Bunu yazmasalardı, Yılanların Öcü, Kamlumbağalar, Irazcanın Dirliği, Dilan, Yelatan, Maral, Kanlıderenin Kurtları, Ağız İçinde Dil Gibi, Evlilik Şirketi, Define, Bizim Köy, Kafkas Kızı, Reşo Ağa..., ortaya çıkabilir miydi?

Bir de daha içeriden bakalım. Türkiye’de köyü ve köylüyü kendi sosyal gerçekliği ile başka kim anlatabilirdi? Bakınız bir kez daha altını çizerek vurguluyorum, bu edebiyatçılarımızın hiç birinin yapıtında köylülük yüceltilmez. Ağayı, imamı, muhtarı yani köyün baş aktörlerini, ucuz çıkarlar içerisindeki kasaba siyasetçisini bunlardan başka kimler o mevcut ilişkileri içerisinde ele alıp işlemiştir? Ayrıca yine anımsatayım, Köy Enstitüleri’nden yetişenlerin yapıtlarını vermeye başladıkları yıllar 1950’li yıllardan itibaren başlar ve o zaman Türkiye nüfusunun %70’ten fazlası köy/kırsal kesimde yaşamaktadır. Edebiyat ve edebiyatçı sadece İstanbul’la sınırlı değil ki...

Üstelik Köy Enstitüleri’nden yetişen edebiyatçılarımız, sadece köyü ve köylüyü anlatmamışlardır ki! Türkiye’de köyden şehire göçü ilk bu edebiyatçılarımız ele almışlardır: Dursun Akçam’ın Köyden İndim Şehire, Ümit Kaftancoğlu’nun İstanbul Allak Bullak yapıtlarını anımsayınız.... Yurtdışına işçi göçünü, Alamanyalardaki emekçilerimizi de, töre cinayetlerini de ilk bu edebiyatçılarımız ele alıp işlemişlerdir: Bekir Yıldız’ın ilk eseri Türkler Almanyada'yı
, bir insanlık çığlığı olan Demir Bebek’i anımsayınız... Sonra yabancılaşma sorunu, evlilik kurumu, kooperatifçilik, cami yaptırma dernekleri, Amerikan emperyalizminin bu ülkedeki ilişkileri, din sömürüsü, dirilen ve diriltilen tarikatlar gerçeği... Bugün eğer yayıncılığımız farklı bir girizgâh çizerek bu edebiyatçılarımızı çok bilinçli bir biçimde unutturma yolunu yeğlemiş, bunların yapıtlarını kitapçı raflarına koymamayı politika olarak belirlemişse ve bundan dolayı bu edebiyatçılarımız gündemde değilse, bu bir yeteneksizlik olarak görülmemelidir."

H.Ç:  Beyoğlu, Etiler, Nişantaşı gençliği ile o yıllardaki kırsal yaşamın ve naifliğin arasında oluşan bu büyük farkın büyümesinde; kapitalizmin getirdiği ’çözülme’ dışında, bu durumu tetikleyen başka unsurların da olduğunu düşünüyor musunuz? Bu tarz ayrımlar günümüzde neye tekabül etmektedir?


M.T: "Bugünün kentlerinde, özellikle de İstanbul’da derinleşen yozlaşma, hiç kuşkusuz çarpık kentleşmenin, Türkiye’deki külterel yoksulluğun olanca yansımasıdır ki bunu geçmişe özlemle aşamayız. Aynı çarpık yozlaşmayı sadece İstanbul’da değil, giderek Anadolu’nun başka kentlerinde de yaşamaya başlayacağız. Çünkü bir yandan ranta dayalı zenginleşmeler yoluyla hiç bir üretici etkinliği olmayan zümre, öte yandan adil olmayan paylaşım pastasından payına düşen en azla yetinmeye çalışan büyük çoğunluk... Ve bütün bunları gölgelemek için bulunmuş önemli sömürü araçlarından biri dinsel kuşatma... Yarın Ankara’da da, Sivas’ta da, Kayseri ve Diyarbakır’da da aynı gettolaşmanın örneklerine rastlamamız hiç şaşırtıcı olmasın. Bu fotoğrafın edebiyat dünyasına yansıması da pek farklı olmayacaktır. Sermayeyi elinde bulunduran yayım ve dağıtım ağlarına hakim olan anlayış, edebiyat ve sanatını egemen kılmayı; doğru güzel olanın kendi yaratmış olduklarıyla sınırlı olduğunu hissettirmeye çalışacaktır. Ancak şunu unutmamak gerekiyor ki, estetik/sanatsal birikim; sanatsal yaratıcılık öyle apartman dairesi, otomobil, kat, yat gibi babadan oğula miras kalamıyor... Bunlar ciddi ve yoğun bir çabayla elde edilebiliyor. Kirlilik kalabalığı içerisinde bugün bunlar gözükmüyor olabilir ama, süreç öyle ya da böyle hayatın bu sağlam ve diri yanına tutunanları her zaman haklı çıkaracaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın."


Şubat / 2009

Hiç yorum yok: