31 Mart 2010 Çarşamba

Demirtaş Ceyhun: “Bitmedi Bendeki Umutsuz Umut”



Yeni nesil edebiyatçıların sayısı pıtrak gibi artıp, pek çoğunun “halkçı” meyvesinden yiyemeyen Türkiye edebiyatı; “Edebiyatımı Geri İstiyorum” diye bağıran genç bir edebiyat tutkununu daha eksiltti yaşantısından. Üstelik, Kemal Özer’in acısı henüz dinmemişken…

Demirtaş Ceyhun Hakkında

1950 kuşağının toplumcu-gerçekçi ve sosyalist yazarlarından biri olan Demirtaş Ceyhun, asıl mesleği olan mimarlığı ikinci plana atıp, 1972-1976 yılları arasında kendi kitapevini yönetmiş; 1977’de “Politika” gazetesinde genel yayın yönetmenliğinden sonra da 1979-1980 arasında “Edebiyat Cephesi” dergisini çıkarmıştır. 36 sayı devam eden bu dergi serüveninden sonra köşe yazarlığı ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nda (TYS) Genel Sekreterlik ve İkinci Başkanlık görevlerinde bulunmuştur.

1950 kuşağı aslında sıkıntılı bir kuşaktır. Çünkü o dönemdeki yazarların eğilimleri, çıkan edebiyat dergileri ve edebiyatın kendisi bir “Bunalım Edebiyatı”ndan öteye geçememektedir. Bu kuşağın temsilcileri ancak 1960’larda vites değiştirerek toplumcu-gerçekçi üretime yönelmeye başlamıştır. 1960’lara kadar bu kuşağın solcu olduğunu söylemek yanıltıcı olur çünkü onların “sol” anlayışı aslında      kemalizm’le eşitlenmektedir. Demirtaş Ceyhun da 1967’de yayınladığı “Sansaryan Hanı” adlı hikâye kitabıyla vites değiştirerek toplumcu ve solcu yazarların arasına katılmış ve ömrünün sonuna kadar da bu mücadelesinden vazgeçmemiştir.

İlk romanı “Asya” 1970’de TRT Başarı Ödülü, 1972’de “Çamasan” Sait Faik Hikâye Ödülü ve 1975’de “Apartman” ile Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazanmıştır. Bu ödüller elbette hak edilmiştir ve aynı zamanda, halkçı edebiyatı benimsemiş olmasının da ödülüdür.

Dünya Kitapları’nın düzenlediği bir söyleşide 1950 kuşağı için şunları söylemiştir: “Edebiyatta her kuşak kendi koyduğu adla, ya da yayımladığı derginin adıyla anıldı. Oysa, bizim kuşağın aklına hiç isim koymak gibi fikir gelmedi.(…) Bugün, 1950 Kuşağı öykücülüğü diye bir kavram çıktı. Adımız bile 50 yıl sonra kondu ve yine biz tartışıyoruz.”

 Eserleri ve Edebiyatımızdaki Yeri

“Çamasan” Anadolu insanının şehirdeki yalnızlığını anlatır bir bütün olarak. İçindeki öykülerden özellikle “Sultan Kurban”, “Çamasan” ve “Namlu Ağam” birer öykü olmanın yanında, satırları tırnağınızla kazıdıkça dizeler çıkartır sayfaların arasından. Yoksulluk da en acı şiirimiz değil midir zaten?

“Yağmur Sıcağı” romanında 1970-1971 olaylarını ve Sansaryan Hanı’ndaki bir işkence hücresini anlatır: “Hava dehşetli sıcaktı. Daha Nisan ayında havanın böylesine sıcak olması, gerçekten inanılır gibi değil. Olağanüstü bir şey bu. Sıkıntılı. Ağır. Zor solunuluyor. Oysa genellikle yağmurlu geçer Nisan burada. Yağmur, günler boyu, siyim siyim yağar da yağar. Ama şimdi?...Üç dört gündür hava öylesine sıcak ki...Gerçekten olağanüstü bir şey bu. Hala Nisan ayındalar mı sahi? Emniyet Müdürlüğü’ndeki kaçıncı günü, bu gün? Onyedi, onsekiz? Belki de bir ayı bulmuştur? O zaman, aylardan Mayıs olmalı. Ama mayıs ayında da İstanbul'da havaların bu denli sıcak gitmesi olağan bir şey değil ki… Şu hücrelerin tavanlarını da niçin sanki biraz daha yüksek yapmamışlar yapanlar?”(S.390)

Demirtaş Ceyhun, Aziz Nesin ile yıllar süren dostluğu ve onun için yazdığı üç anı kitabında yaşanılan zorlukları bizlere göstermekle beraber, devrimci ve toplumcu edebiyatımızın mihenk taşlarından biri olmuştur. 
    
2005’de yayınladığı “Edebiyatımı Geri İstiyorum” ise bir başkaldırı kitabıdır. “Postmodernizm Amerikan İmparatorluğu’nun yeni ideolojisidir” der ama aslında Türk aydın ve yazarlarına şunu sorar: “Sen de mi postmodernsin?” Bu sorunun çıkış kaynağını ise 1984’te yayınladığı “Kitap ve Pazarlama” başlıklı yazısında bulabiliriz: “…Nitekim, yayıncılarımız son yıllarda satışı› arttırabilmek için, tıpkı bir çamaşır tozu üreticisi firma gibi, reklam kampanyalarına girişiyorlar. Kimileri yoğun reklam kampanyalarıyla kendi firmalarını tanıtarak, onu satış aracı bir marka haline getirmeye çalışıyor, kimileri ise tek bir kitabın satış geliri böyle bir reklam kampanyasının giderlerini karşılayamayacağından bazı yazarları firmalaştırmaya çalışıyor.”

“Edebiyatımı Geri İstiyorum”a tekrar dönmeden, Demirtaş Ceyhun’un 9 Ekim 2006 tarihli bir röportajından alıntı yapmak istiyorum (http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=4174) : Emperyalizm topuyla tüfeğiyle, ideolojisiyle modernizmi ve sosyalizmi yok etmek istemiş, yok etmeye çalışmış. Peki, yok edebilmiş mi, edebilir mi? Etmesi mümkün değil. Bugün yeniden görülüyor bu. Ancak büyük bir zaman kaybettirildi, insanlığa bir 20. yüzyıl kaybettirildi. Emperyalizm daha 1917 Devrimiyle birlikte görmüş aslında tehlikeyi.(…) Amerika'da 1946'da solcu olmayan aydın değildir. 1970'lere kadar yeryüzünde Marksist olmayana, solcu olmayana aydın denmiyor. Aydın olmanın temel koşulu sosyalist olmaktır. Çünkü ötekiler bir düşünce geliştirmiyorlar, tam tersine kapitalizmi egemen kılacak ayak oyunları yapıyorlar. Bunlar birer düşünce sistemi değil, sermayeyi kamufle edecek, onu ayakta tutacak ayak oyunları. Düşünce insanlığın geleceği ile insanlığın mutluluğu, dünyanın özgürlüğü ile ilgilidir.”

Peki, Demirtaş Ceyhun’un ve beslendiği toplumcu geleneğin “edebiyatın geleceği” için anlatmak istediği neydi? Karamsarlığı, masallar âlemini, gizemciliği ve kötü bir dil bilgisiyle kelime oyunlarını “edebiyat” sanan genç yazarların; her şeyi –en başta geleneklerini- soyutladıkları, inandırıcılıktan uzak tuttukları ve halka karşı koydukları anlamsız mesafe yüzünden edebiyatın ve dilin yozlaştığı ve bu yozlaşmanın da kapitalizme hizmet edeceğiydi. Bu teori hâlâ çürütülemedi…

“Edebiyatımı Geri İstiyorum” ise çok iyi bir zamanlamayla çıkarak, yıllardır yankılanan çağrıların devamı niteliğini taşıyordu. Yazarın derdi; sitem etmek değil, postmodernizmin ve emperyalizmin edebiyatta ve dilde yarattığı erozyonu çözümlemekti. Sermaye gruplarının el atmasıyla edebiyat inandırıcılığını kaybettiği için: “…İşte bu nedenle halkımızın bağımsızlığı, özgürlüğü ve onuru için, edebiyatım geri istiyorum” diyordu.

Bu düşüncenin belki de en somut tepkilerinden birini kendisinin hazırladığı ve 80 civarı aydının imzaladığı bildiride vermişti:  

Gerçekten, 21. yüzyılda yazınsal estetik açısından yapılacak bir değerlendirmeyle hâlâ “uluslararası bir edebiyat ödülü” verebilmenin olanağı var mıdır acaba?

Çünkü, Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmeğe başlanıldığı 1901’lerde dünyada öykü ve roman yazılan dillerin sayısı iki elin parmaklarını doldurmaz, romancı ve öykücü sayısı birkaç yüzü zor bulur, yılda yayımlanan yeni roman-öykü kitabı sayısı iki haneli sayıları geçmezken, unutmayalım ki bugün en az yüz küsur dilde, birkaç yüzbin insan roman-öykü yazmakta ve her yıl dünyada binlerce yeni roman-öykü kitabı yayımlanmaktadır. Bir eleştirmenin bunca dili bilmesi veya bunca kitabı okuyup değerlendirebilmesi bir yana, sanki eskiden dört köşeymiş gibi ağızlarını “dünya artık küreselleşti” diyerek açan aydınlarımızın insanlığı teslim etmeye çalıştıkları bilgisayarların bile bu işi gerçekleştirebilmesi olanaksızdır. Bu nedenle Nobel Edebiyat Ödülü de artık yazınsal değeri olan bir ödül değil, hiç kuşkusuz emperyalizmin “toplumları sömürülecek tava getirmekte kullanılan” postmodern medya silahlarından biridir.

Doğrusu, Nobel Edebiyat Ödülü’nün kapitalizmle olan bu gizli çıkar ilişkisini daha ilk yıllarında başta Tolstoy, Emile Zola, Çehov, Lorca, Maksim Gorki, Marcel Proust, Mark Twain, Rilke gibi dünya edebiyatının kurucusu nice büyük yazar henüz hayatta olduğu halde, adı Edebiyat Sözlükleri’nde bile kolay kolay bulunmayan T. Mommsen, Sully Prudhomme, B. Bjornson, F. Mistral, J. Echegaray, G. Carducci vb. gibi yazarlara verilmiş olmasında da bütün çıplaklığıyla görmemek olanaksızdır. Gene, 1953 yılında edebiyatla bir ilişkisi olmayan İngiltere başbakanı Churchill’e verilen bu ödül, örneğin James Joyce, André Malraux, Jack London, Kazancakis gibi yazarlardan esirgenmiştir. Bir Rus yazarı olarak da ilk kez, Ekim Devrimi’ni lanetleyerek kaçıp Fransa’ya yerleşen Bunin’e 1933 yılında verilmiştir. 1958’de de Dr. Jivago adlı romanı henüz Rusya’da bile yayımlanmamışken, İtalya’da Rusçasını bastırıp Boris Pasternak’a vermişlerdir bu ödülü.

Bu yıl da ödülün Orhan Pamuk’un romanlarına verilmesi, bizce Nobel ödüllerinin bu niteliğini bütün çıplaklığıyla bir kez daha gözler önüne sermesinin yanı sıra, asıl modern edebiyata karşı postmodern edebiyatın saldırısına katkıda bulunularak modern edebiyatımızın büyük ustaları Nâzım’ın, Sabahattin Ali’nin, Orhan Veli’nin, Orhan Kemal’in, Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in Kemal Tahir’in, Sait Faik’in daha nicelerinin halkla ilişkisinin kesilmesine çalışılırken, bir yandan da Hıristiyan Batı’nın Türklere karşı 12. yüzyıldan beri düzenledikleri Haçlı Seferi’nin bu kez Ermeni ve Fransız Parlamentosu görünümlü bir yenisinin Türk kamuoyuna şirin gösterilmesi de sağlanmaktadır. Ama ne yazık ki aydınlarımızın bile büyük çoğunluğu postmodernizmin ne olduğu konusunda pek kafa yormadıklarından, çoğu kişi postmodernizmin gerici emperyalist niteliğini tam kavrayamadığından, modernden de modern olmak sanmaktadır. Nitekim geçen yıl da, Amerikan emperyalizminin NATO aracılığıyla 12 Eylül’de kültür ve edebiyatımıza karşı başlattığı bu postmodern saldırıya karşı düşüncelerimi “Edebiyatımı Geri İstiyorum” başlığı altında kitap halinde yayımlamıştım.

Bu nedenle bir kez daha söylüyorum: Amerikan patentli postmodern romanlarıyla Orhan Pamuk’un modern Türk edebiyatını temsil edebilmesi olanaksızdır. Çünkü, postmodern edebiyat emeğe, özgürlüğe, bağımsızlığa, çağdaşlığa karşıdır ve gelenekçilik adı altında gericiliği savunmaktadır.

Orhan Pamuk’un, bugün postmodern Amerikan edebiyatının en önemli temsilcileri olan Philip Roth veya Paul Auster’e verilmeyen bu ödülle ödüllendirilmesi de zaten Nobel’in yazınsal değil, siyasal bir olgu olduğunu bütün çıplaklığıyla gösterse gerektir.Tekrar ediyorum; Bu ödül kesinlikle Türk edebiyatına verilmiş bir ödül değil, Orhan Pamuk’a verilmiş bir ücrettir.”

1950’lerin CHP aşığı yazarlarından sıyrılıp toplumcu-gerçekçi edebiyatı tercih eden Demirtaş Ceyhun, -son yıllardaki siyasi tercihini saymazsak- yazdığı hikâye, roman ve siyasi yazılarla, ABD ve AB karşıtı duruşuyla, Nâzım Kültür Merkezi’ne verdiği destekle saygımızı ve bizden sonraki nesiller tarafından okunmayı hak etmektedir. Genç edebiyatçılara düşen ise; devralınması gereken ve halkının yanında olan edebiyat bayrağını hakkını vererek dalgalandırmaktır.

soL / Sayı: 291

Hiç yorum yok: