18 Mart 2012 Pazar

Kendine Kıvrılan Ok'u Yazmak

»Genç bir şair için sancılı aşamalardan biri olan ilk şiir kitabınız "Kendine Kıvrılan Ok" yayınlandı. Kitap ne kadar sürelik bir çalışma sonucu ortaya çıktı?

Sancılı bir aşama olduğu doğru. Bu sancının sağladığı ağrılardan ilki; şairin üretiminin dışında gelişen basım aşamasından kaynaklanıyor. İlk kitabını yayımlamak isteyen ve belli bir “yazar çevresi” olmayan genç şair, maalesef, önce yıkılması gereken bir tabular vitriniyle karşılaşıyor. Çıraklığını rafa kaldırmış, “geçmişinden pişmanlar” kahvesinin usta ama yalnız şairleri ise, çıraklığını yaşamak isteyen genç şairlerin önünde yıkılması zor bir duvar gibi inatla dikiliyorlar. Bu da ikinci ve önemli diğer ağrıdır. Tabii bundan gocunmamak gerekiyor. Ancak sancının kendisi, saydığım bu unsurların birleşiminden oluşuyor.
Kitabın yazılma sürecine gelirsek; 24 şiirin tamamını 2005-2009 arasında yazdım. Daha öncesinden yazmış ve birkaçını yayınlatmış olduğum şiirlerimi ise, arşive kaldırdım. Bunun sebebi şu: o güne kadar yazdığım hiçbir şiirde “insan” olmadığını ve sanatçının iflah olmaz bir muhalif olması gerektiğini kavrayamadığımı gördüm. Beş senedir başka bir yaşamın ve sanatın inadında yaşamaya çalışıyorum.

»Şiirlerinizde işlediğiniz konular yaşama dair; ayrıca arkasında belli belirsiz bir acı var, bireysel ve toplumsal bir isyan da söz konusu; kullandığınız imgeler ve metaforlar sol'dan bir ikinci yeni’nin sesini çağrıştırıyor sanki ne dersiniz?

Üretimlerimin hepsinde başat olarak “insan”ı ve insanlığa ait sorunları işlemeye çalışıyorum. Doğal olarak, içinde insan teması olan, gerçeği ve kendisini arayan, bazen de sorgulayan hiçbir sanat eseri yaşamdan bağımsız olamaz. Acı konusuna gelince; sanırım en belirgin olanı “babasızlık” duygusu. Tabii ki, insana ilişkin tüm acıların dizeler arasında bulunabilmesi de olası. Acının örtük de olsa belli olmasını istemem ise kişisel bir ter-cihtir. Bu durum, belki de, okuyucunun şiirleri hangi duygu ve ruh haliyle okuduğuna göre değişkenlik gösterecektir.

Sol’dan bir İkinci Yeni tanımlaması benim için oldukça iddialı. Ya da böyle tanımlayabilmek için henüz erken diyeyim. Bunu İkinci Yeni’yi yüceltmek için söylemiyorum. Aksine, genç şairler tarafından daha iyi okunması ve eleştirilmesi gerekiyor. Çünkü her şair, ilk yazmaya başladığı günlerden itibaren kendi sesini bulmaya çalışır ve çalışmalıdır. Bu sürecin daha başında olduğumu düşünüyorum.

»Her şairin kendine kök ya da damar seçtiği bilinir, aslında salt kökü bulmak mesele değil. Sizin kökleriniz, damarlarınız hangi şairlerdir; varsa onları tekrar etme riski söz konusu olabilir mi?

Bir önceki soruya paralel olarak şunu söyleyebilirim: Nâzım Hikmet’in de dediği gibi, gelenekten yararlanmak ama onu asla ayaklara pranga yapmamak gerekiyor. Şu da bir gerçek ki, benimsediğim gelenek “Toplumcu Gerçekçilik”tir. Nâzım Usta’yı listenin başına yazarak, Enver Gökçe, A.Kadir, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif’i ekleyebilirim. Liste başka isimlerle de uzatılabilir elbet. Hatta eklenmesi gereken bazı isimler farklı akımların temsilcileri de olabilir. Örneğin; “[…]Anısı işsizliktir / Acısı bilincidir / Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan / Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir.” diyen Edip Cansever’i ya da “[…]Şarkılar söylemişim pencereden. / Uyanıp uyanıp yine dalmışım. / Biletim üçüncü mevki, / Fakirlik hali. / Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, / Sana Sapanca’dan bir sepet elma almışım.” diyecek kadar halkın içinde olan Turgut Uyar’ı başka bir akımın temsilcileri sayıldıkları için toplumsalcılıklarından ya da halkla olan organik bağlarından koparmak mümkün değildir.

Tekrar etme riski ile zaman zaman karşılaşılabilir ama farklı şairlerin şiirlerini gocunmadan okuyarak, yazmanın dışında şiir çalışarak bu riskin ortadan kalkacağını düşünüyorum. Tabii ki bilinçli bir öykünme amacı güdülmüyorsa. Ya da Adonis’in dediği gibi: “Şiir, tanımı gereğince taklit edi¬lemez. Ancak kötü şairler taklit eder”

»Günümüz ya da modern Türk şiirine nasıl bakıyorsun? Sence şairin kendisiyle, ülkesiyle ve dünyayla arası ilişkisi nasıl?

Modern Türk şiiri çok geniş bir kavram olmakla beraber, tanıklık ettiğim yıllara ilişkin bir değerlendirme yapmam daha nesnel olabilir.1980 ve sonrasında yazılan şiirlerin büyük bir kısmının halka ve edebiyata değil, şairin kendisine hizmet ettiğini düşünüyorum. Öyle ki, fildişi kulelerde oturup; bir önceki gece gördükleri rüyayı anlatan, kendi kafa bulanıklıklarını, buhranlarını, aforizmalarını anlamsız ve haddinden daha küstah kelime oyunlarıyla süsleyen adı konmamış bir şairler kuşağından ya da bilinir adıyla ’80 kuşağından bahsediyorum. 12 Eylül faşizminin baskı ve etkileriyle sinmiş, yenilgilerini ve pişmanlıklarını dizeleriyle içselleştiren bir şair kuşağının, kendisinden sonra gelecek nesli olumlu anlamda beslemesi de beklenemez. Son tahlilde, çağdaşım olan şairlerin şiirlerini okudukça, maalesef birçoğunda aynı izlere rastlıyorum.

Edebiyat, başat bir politika aracı olmayabilir; ama edebiyat üzerinden sistemle ve mevcut düzenle hesaplaşılması gerekiyor. Şiirime de bu minvalde yön vermeye çalışıyorum. Kültürün de bir endüstri aracı olduğu, sinemaların ve tiyatroların kapandığı, sanatçılarının başbakan sofrasında kahvaltı ettiği bir ülkenin aklıselim sanatçıları –hem usta hem de çırakları- bu gidişe “dur” demediği sürece, Modern Türk Şiiri’nin 1980 sonrasında yaşadığı boşluk daha uzun yıllar devam edebilir. Vahim olan da budur.

»Büyük tarihsel anlatıların son bulduğu iddiaları belli bir süredir mütemadiyen dillendirilirken, şiirin ve şairin poetik/estetik dolayımda direnişten saldırıya geçmesinin imkânları nelerdir?

Öncelikle, şairin bu saldırıya geçmeden önce uğruna vereceği bir “kavga”sı, derdi olmalıdır. Devlet aygıtıyla, sistemin kendisiyle, gericilik ve yobazlıkla, güncel çöplük edebiyatıyla… Fakat bu göstermelik ve alelâde bir saldırıdan ziyade; vuracağı noktayı bilen, geri adım atmayacak ve şairin kendi tutarlılığına paralel bir eylem planının imge ve dizelere ustaca yerleştirilmesiyle gerçekleşebilir.

Şiirin; gerçeklikten taviz vermeden, ampirik, sembolizmden olabildiğince uzak durularak ve en önemlisi de, imgeyi derinlikli bir propaganda aracı olarak kullanarak yazılması gerektiğini düşünüyorum.

Büyük ve tarihsel anlatıların ise son bulmayacağını söylemeliyim, ancak uzun yıllardan beri sekteye uğradığı gerçeğini de kabul ediyorum. Büyük acılar yaşayan Ortadoğu’dan ya da Afrika kıtasından, belki ülkemizden büyük şairlerin çıkma ihtimali bana çok uzak gelmiyor. Kaldı ki, şairin, kendi coğrafyasında ve/veya dünya halklarının yaşadığı acılar karşısında sessiz kalabileceğini düşünmek için oldukça karamsar olmak gerekiyor ama acıların da bir demlenme sürecinden geçtiğini ve zaman tanımamız gerektiğini yadsımamalıyız.

17 Haziran,2010 / Birgün Gazetesi

Hiç yorum yok: