3 Mart 2012 Cumartesi

"Bir An Bin Parça" ve "Yazgıcılar" Üzerine Düşünceler


Enver Aysever,  tiyatro, televizyon programı ve Birgün gazetesindeki köşe yazarlığının dışında; tiyatro oyunları, deneme, öykü kitapları da olan üretken bir yazar. Yazgıcılar, ikinci ve son romanı.

Yazgıcılar’a geçmeden önce, 2007’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alan ilk romanı “Bir An Bin Parça”dan bahsetmek; iki roman arasındaki benzerlik ve farkları ortaya çıkarmadan önce faydalı olacaktır.


Bir An Bin Parça

Tiyatro yönetmeni Ali’nin anlatıcılığıyla başlayan roman, Ali’nin sahneye koymak istediği oyunun detaylarına girmeden; genç ve yaşlıları buluşturma hevesinin ağır bastığı, aynı amaç ve tesadüflerle bir araya gelen bir ekibin bireysel yalnızlıkları üzerine kuruludur.

Ali, Selma, Kamil Şükrü, Ahmet Cevdet ve Perihan romanın ana karakterleri, yalnız ve umutsuzlarıdır. Seda ve Arif ise genç âşıklar, yalnızların neşe kaynağıdır; sonlara doğru, anlatıma zenginlik katmak adına, iki “yalnız” daha eklenir.

Ali’nin yalnızlığında; hasta bir anne, olmayan paralarla kurduğu tiyatro hayalleri ve aşk vardır. “Ölü bir ağabeyin ağırlığı çökmüştü evimize, ardından sessizce ölüme uzanan bir baba, kendini bırakan bir anne ve tutsaklığını, yaşamdan alıkoymayı, sözümona özgürlüğünü bulmak için tiyatro yapan Ali!” (s.83). Ya da Ahmet Cevdet Bey’in tanımıyla; “Bir de yaşamayan bir tarafı var ki, orayı pek bilmiyorum, kurcalamıyorum da doğrusu. Sanki bu genç adam sadece bizim gördüğümüz kadar yaşıyor, kalanı koca bir boşluk.” (s.137)

Selma’nın yalnızlığında; zengin ve her şeyi programlayan aile, her şeyden sıkılan bir burjuva şımarıklığı ve âşık olduğunu sandığı Ali vardır. “Yalnız kalmayı önemseyeceğimi, hatta bundan mutlu olacağımı, bir başına olmanın, geçmişteki tutumumun aksine beni huzura taşıyacağını sanmazdım. Ama artık böyle… Kendi kendimi sorgulamalarımı da yersiz buluyorum. Yaşamın kıyısına doğru hızla kaydım demek. Ben de kendimce bir felsefe kurmuşum belki.” (s.36)

Kamil Şükrü’nün yalnızlığında; ikiyüzlülük, korkaklık, aldatılan bir eş, geride bırakılan çocuk, hamileyken terk edilmiş Perihan ve kaçış vardır. “Kendimi kandırmak için boşuna çabalamışım. Kimseler yok artık. O eski dost yüzler gerilerde kalmış. Yaşlandım mı? Belki. Yalnız mıyım? Kim değil ki? Beyhude bu iç çatışmalar, bir roman kahramanı gibi iç sesimi dinleyişim komik. Ben artık yaşlı bir insanım. Daha doğrusu yorgun…” (s.98)

Ahmet Cevdet Bey’in yalnızlığında; yitirilen bir eş, ülkenin usta tiyatrocularından olmasına rağmen unutulmuşluk vardır.”Tiyatro gerçeği söyler her daim, o öldü demiyorsa ölmemiştir, acıma böyle direndim, tiyatronun sözüne inanarak.” (s.161)

Hemen tüm karakterlerin kendini anlattığı, aralara “italik” olarak diğer seslerin karıştığı, başkişilerin kırgınlık ve yalnızlıklarını tiyatro ile onarmaya çalıştığı Bir An Bin Parça; temposu yer yer azalan, ilerledikçe karakterlerin “yalnızlık” tasvirlerinde kelime olarak değil ama “duygu” olarak tekrara düşen ama okunmayı hak eden bir roman.

Yazar, her bir karakterin kendi sesini oluşturmayı başarmış. Fakat, sonlara doğru karşılaştığımız 6-7 Eylül olaylarının tanığı ve hukuk bürosu sahibi Arzu’nun hikâyeleri bir yere bağlanmayıp, havada kalıyor. Belli ki, geçmişinde tiyatro yönetmenliği ve oyun yazarlığı olan Enver Aysever için bu insanları bir tiyatronun etrafında toplamak zor olmamış. Ancak, iki yüz kırk sekiz sayfalık romanda bu kadar insanı bir araya toplayan oyun hakkında hiç detay yok.

“Yazgıcılar” kim?

“İzlenme, dinlenme, gözlenme çağında bir yalnızlık romanı” yazıyor, kitabın arka kapağında. Aysever, herkesin birbirini izlediği; kameraların ve kayıt cihazlarının elden ele dolaştığı; adına ister istihbarat, ister emniyet, isterseniz de cemaat diyebileceğiniz “Yazgıcılar”ın ise bu izlemeleri/izlenmeleri gerçekleştirenleri izlediği ve yönlendirdiği bir siteyi anlatıyor. Site sakinleri üzerinden günümüz toplumuna eleştiri getiriyor. “Kameraların nereye yerleştirildiğini bilen ekip, bekçi kadrosunu kendine yakın adamlardan kurarak kocaman bir göze sahip olmak istiyordu. Ancak yönetime güvenmeyen yönetici, bekçilerin oturacağı küçük kulübeye onları izlemek için iki adet gizli kamera yerleştirmeyi çoktan akıl etmişti.” (s.32)

Yazar, romanda da andığı üzere José Saramago’nun “Körlük” romanındaki toplumsal körleşme metaforundan esinlenmiş ve yerine “sis”i koymuş. Yazgıcılar, elbette “Körlük” ayarında bir roman değil. Hatta iki romanın tek ortak noktası politik olmaları… Zira, Saramago’nun romanındaki körlük, bir salgın halinde ve en somut haliyle yaşanır ve toplumsal körleşmeyi eleştirirken, Yazgıcılar’daki “sis” soyut olarak karşımıza çıkıyor. “Sis gecesinde, geç saat olmasına karşın kimse uyumamış.” (s.16); “…ileride üstümüze bir yük gibi serilecek olan sis arasında büyük fark var.” (s.51); “Sis hepsinin üstünü örteceği geceye hazırlanıyor. Adı var ama kendi yok henüz…” (s.66)

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere; sitedeki (toplumdaki) hayatı olumsuz etkileyecek, araba kullanmamayı gerektirecek ya da okulların tatil edileceği bir “sis” yok ortada. Sıkça bahsi geçiyor, kelime olarak da çokça tekrarlanmış ama yine de “soyut” olarak adlandırmak daha doğru…

Yazgıcılar’da, konu itibariyle daha fazla isim, daha tempolu bir anlatım var ama Bir An Bin Parça’daki tasvir zenginliği yok. Birçok bölüm tekdüze gidiyor ve karakterler derinlemesine ele alınmadığı için, aceleye gelmiş bir roman izlenimi bırakıyor. Edebi dil olarak da ilk roman daha yaratıcı iken Yazgıcılar, edebi dilden uzak ve “köşe yazısı” tadı bırakıyor; Bir An Bin Parça’da yer alan “Birden her şey değişti sanki. Sis yayıldı etrafa” (s.105) cümlesinin çeşitlemeleriyle karşılaşıyoruz.

Diğer ortak nokta ise, iki romanda da -yine- sıkça kullanılan düşük cümleler ve yüklemi cümlenin sonundan kaçırma denemeleri. Bu bir üslup ve tercih elbette ama her romanda aynı tornadan çıkmış cümle kalıplarıyla karşılaşmak, okuyucu açısından köreltici oluyor.  Bir An Bin Parça’nın daha ilk sayfasında, “Biliyorum, bu bir mazeret değil elbette” ; “Altı aydır ne ev kiramı ödeyebiliyordum ne de insan içine çıkıyordum doğru dürüst.” cümleleriyle karşılaşmak, kafamda soru işaretleri doğurmuştu…

Peki, Yazgıcılar’da durum nasıl?

“O ilk ziyaretten çok zaman sonra, kentte güzellikleri gölgelediği kadar, günahları da örtecek olan o sis gecesinden.” (s.41); “Sıtkı, tersine üstüne atlamıştı bu güvenlik işinin.” (s.60); “Bu sayede devletle arasında gizli kapaklı bir iş olmuyor, savcılar dava gereksinimi doğunca, toplum adına görevlerini rahatça yapıyorlardı böylece.” (s.75); “Birini anlatmanın hep eksik kalacağını bilerek giriştik bu işe.” (s.117)… Bu örnekleri bir noktayı tespit edebilmek adına verdim; eleştirmek için değil.

Fakat aktaracağım bazı anlatım/ifade bozuklukları ve mantık hataları hakkındaki yorumu okuyuculara bırakıyorum…

“EA meraklı bir milletin çocuğu olduğunu geçmiş taşınmalarda deneyimlediği için, haftanın en tenha günü olduğunu düşündüğü pazartesi ileri sabah saatlerinde bu işi halletmeye karar vermişti.” (s.43); “Durdu bu kadına eroin bağımlısı gibi tutkundu.” (s.45); “…Allah ondan razı olsun, sorumlu bir yurttaş gereken paylaşımı yaptı. Adam her saat, her dakika bu bin bir güçlükle kurulan düzene hakaretler yağdırıyormuş… Ancak verilen adresin bir anaokulu olması ve sözü geçen ismin beş yaşında bir çocuk çıkması can sıktı.” (s.167)

Yazgıcılar’da, sitedeki herkesin birbirlerinin ardından çevirdiği işlere ve herkesin kirli çamaşırlarının ortaya saçılmasına rağmen, romanın başkişisi, etliye sütlüye karışmayan solcu “EA” herkesin ortak hedefi olur; yalancı tanıklar ve iddianameyle aşina olduğumuz süreç başlar…

EA’yı, Enver Aysever olarak algıladım. EA, kendi ağzından bize hikâyesini anlatıyor derken, kırk dördüncü sayfanın sonunda bir anlatıcı karmaşası yaşadım. Yazarın, “anlatıcı” olarak tekrar söz alması garip geldi bana. Kim bilir, belki de bilinçli bir oyun oynamıştır okuyucuya…

Yazgıcılar’ı okurken, Bir An Bin Parça’dan aldığım edebi derinliği alamadım. Enver Aysever, politik roman yazarken kendi özgün dilinden uzaklaşmış. Konunun can yakıcılığı göz önüne alındığında, işleniş biçimi sanki aceleye gelmiş.

Hem Bir An Bin Parça hem de Yazgıcılar okunmayı hak eden romanlar, bu aşikâr. Ancak yazarların da okuyucularına güvenmesi gerekiyor.

Hiç yorum yok: